Skip to main content
UFUK TURU

UFUK TURU

By H. Selim Açan

Alınteri sitesi olarak iki yıldır Geleceğe Dönüş ve Bi Durup Düşünsek başlıkları altında yaptığımız podcast serisini bu yayın döneminde Ufuk Turu başlığı altında sürdüreceğiz.

Gündemde öne çıkan başlıklara bağlı olarak politikadan teoriye, felsefe ve tarihten sanat ve edebiyata kadar değişik konuları ele almayı amaçladığımız programlar 20 dakikalık ses kaydı biçiminde olacak.

Yazarımız H. Selim Açan, açılışta o programda ele alınacak konuyu ve konuğunu kısaca tanıttıktan sonra konuğuna toplam üç soru soracak. Finalde de konuyu toparlama kapsamında 3 dakikayı aşmayacak şekilde bazı alt çizm
Available on
Google Podcasts Logo
Pocket Casts Logo
RadioPublic Logo
Spotify Logo
Currently playing episode

H. Selim Açan, 'Marksizmde parti ve öncülük' konusunu Erdoğan Aydın'la konuştu

UFUK TURUMay 14, 2021

00:00
53:29
Hamit Erdem'le Ufuk Turu: Mustafa Suphi ve Onbeşler…

Hamit Erdem'le Ufuk Turu: Mustafa Suphi ve Onbeşler…

Mustafa Suphi ve yanındaki yoldaşlardan ondördünün Kemalist rejim tarafından oyuna getirilip katledilmeleri Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde önemli bir kırılma noktasıdır. Bu konuda hemen herkes hemfikirdir. Buna karşın bazı yönlerden bugüne kadar süren tartışma ve polemiklere konu olduğu gerçeğinin üzerinden de atlayamayız. 

“Yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz,

Alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz, 

Döğüşenler ölenlerin tutmaz yasını.


Yine fakat bir yıldırım zulmeti yırtsa,

Sağır göğün koynundaki çanı haykırtsa, 

Anıyoruz göğsünüzün son sayhasını.


Eski cihan, yeni cihan önünde eğil! 

Aramızdan birkaç yoldaş ayırmak değil,

Her ne yapsan varacağız emelimize!


Karadeniz… bunu duysun derinliklerin: 

O ateşli göğüsleri delen hançerin

Kabzasını alacağız biz elimize!


Bugünkü kuşakların tamamı için söylenebilir mi bilemiyorum ama Türkiye sol hareketinin  2000 öncesi kuşakları içinde Nazım ve Vâlâ Nurettin’in 1922 yılında Batum’da birlikte yazdıkları bu şiirin bestelenmiş halini duymayan hatta söylememiş olan bir devrimci sanırım yoktur.


Onbeşler İçin başlığını taşıyan bu şiir, bazı çevrelerin Türkiye komünist hareketinin tarihinin başlangıç noktası olarak gördükleri tarihsel TKP’nin kurucularından Mustafa Suphi ve yanındaki yoldaşların Kemalist rejim tarafından oyuna getirilerek katledilmeleri üzerine yazılmıştır. 


Bu katliamın Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde önemli bir kırılma noktası olduğunda hemen herkes hemfikirdir. 


Buna karşın bazı yönlerden de bugüne kadar süren tartışma ve polemiklerin konusudur. 


Ufuk Turu başlığı altında yaptığımız podcast sohbetleri kapsamında yazarımız H. Selim Açan, bu programda konuyu sosyalist araştırmacı Hamit Erdem’le konuşuyor.


Jan 26, 202301:10:00
Garo Paylan'la Ufuk Turu: Türkiye'de Ermeni olmak

Garo Paylan'la Ufuk Turu: Türkiye'de Ermeni olmak

Türkiye’de Ermeni olmak, tıpkı Kürt olmak, Rum olmak, Arap olmak, Alevi  olmak ya da LGBTİ olmak gibi küfürdür. Size “Ermeni dölü” ya da “tohumu”  diye küfreden birini çekip vursanız neredeyse hiç ceza almazsınız.  

Çünkü Türk mantalitesine göre bu çok ağır bir küfürdür. Şu an bu ülkenin Cumhurbaşkanı olan şahsın bir konuşmasında “Affedersiniz Ermeni..”  aşağılamasını unutmuş olamazsınız.  

Uzun sözün kısası Hrant Dink’in yaşadığı “güvercin tedirginliği” bu  topraklarda geriye kalmış Ermenilerin yabancısı olmadıkları bir ruh  halidir.   Türkiye’de Ermeni olmayı, 1950 seçimlerinden 55 yıl sonra HDP  milletvekili olarak TBMM’ye giren ilk Ermeni milletvekili Garo Paylan’la  konuştuk.   Garo Paylan’la sohbeti Alınteri’nin Youtube ve Spotify hesaplarından  dinleyebilirsiniz.

Jan 16, 202332:28
Neşe Özgen'le Ufuk Turu: Çığlaşan Göç

Neşe Özgen'le Ufuk Turu: Çığlaşan Göç

Gazetemiz editörlerinden Oya Açan, sosyoloji ve antropoloji profesörü Neşe Özgen ile çeşitli boyutlarıyla göç olgusunu, gün geçtikçe çığlayan bu devasa sorunu nasıl ele almak gerektiğini ve mücadele araçları üzerine konuştu.

Savaşlardan, iç savaşlardan, devlet terörü ve ayrımcı baskılardan canını kurtarmak için yaşadıkları yerleri terketmek zorunda kalan yüzbinler milyonlar var. İçine itildikleri koyu karanlık ve geleceksizlikten kurtuluş hayaliyle çıktıkları umut yolculuğunda geçtikleri her yerde krizin ve işsizliğin sorumlusu olarak görülüp düşman muamelesi gören milyonlarca insan oradan oraya savruluyor. 

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği 2021'de yayınladığı Küresel Eğilimler Raporu'na göre zorla yerinden edilmiş kişilerin toplam sayısı 2021'in sonunda 89,3 milyonu buldu. Önceki seneye göre yüzde 8, 10 yıl öncesine göreyse iki kat artış görüldü. Bu rakamlar, 8 milyar insanın yaşadığı dünyada her yüz kişiden en az birinin zulüm, çatışma, şiddet, insan hakları ihlalleri yüzünden evini terk etmek zorunda kaldığını gösteriyor. Bunlardan 53,2 milyonu ülke içinde başka yerlere giderken, 36,1 milyon kişi yurtlarını bırakmak durumunda kaldı. Ülkesinden kaçanların 27 milyonu mülteci statüsünde görülüyor.

Mültecilik sorunu çok katmanlı çok boyutlu bir sorun. Ne salt insan hakları sorununa indirgenebilir ne de dayanışma ve yardımlaşma yoluyla çözülebilir. 

***

Bugün bu konuyu sosyoloji ve antropoloji profesörü Neşe Özgen'le konuştuk. Neşe Özgen Berlin Freire Üniversitesi'nde misafir araştırmacı olarak çalışıyor ve 2015'ten beri sürgünde yaşıyor.

1-Bugün sorunu yaratan Batılı emperyalist ülkeler başta olmak üzere Avrupa toplumlarını teslim almış olan göçmenlik olgusunun temelinde ne yatıyor? Bu olgu neden bu son yıllarda bu denli çığlaştı?

2-Göçmenlik nasıl bir hal sence? Sen de ben de politik mülteci olarak başka ülkelerde yaşıyoruz. Sürgündeyiz. Göçün hem göçmenler açısından hem de göçtükleri ülkelerde yaşayan insanlar açısından ne tür handikapları oluyor? Göçmenlik halini hem sosyolojik açıdan hem de bir kadın olarak nasıl tanımlarsın.

3-Türkiye, dünyada en çok mülteci barındıran ülke. Türkiye’de bugün, çeşitli ülkelerden gelmiş olan 4 milyondan fazla göçmen yaşıyor. Türkiye'nin ardından gelen Kolombiya'da mülteci sayısı Türkiye'ninkinin neredeyse yarısı. Bu konu ülkede sadece siyasetçiler arasında değil toplumda da derin yarık ve saflaşmalara yol açmış durumda. İktidar kanadı bu yığılmaya “insani” bir kılıf geçirmeye çalışıyor ama hepimiz biliyoruz ki, Türkiye aslında para karşılığı Avrupa'nın sınır bekçiliğini yapıyor. Bu anlamda göçmenler için bir açık hava hapishanesi, bir toplama kampı. Bunu başı sıkıştıkça Avrupa'ya karşı şantaj aracı olarak kullandığını da biliyoruz. İktidar karşıtı çevrelerde de sorun başka türlü araçsallaştırılıyor. Birbirine zıt görünen bu tutumları hangi temele oturtuyor, nasıl değerlendiriyorsun?

4-“Göçmen sorunu” olarak tanımlanan sorunu nasıl ele almak gerekiyor? Bu durum konusunda sadece bir insan hakları sorunu mu “insani duyarlılık”, “dayanışma” ve “yardım” yaklaşımıyla yetinilebilir mi? Zorla yerinden yurdundan edilen insanlar istisnasız her yerde aşağılanma, yok sayılma, ötekileştirilme ve ırkçılığın kurbanı olmaktan kurtulamıyorlar. Dünyanın bütün halklarının acısını yaşadıkları ve kapitalizm varolduğu sürece sonuçlarından kaçınamayacağımız bu devasa sorun konusunda neler yapılmalı? 


Jan 11, 202342:41
Ufuk Turu: 2023’te Türkiye

Ufuk Turu: 2023’te Türkiye

Türkiye’de 2023‘ün öncesi ve sonrasıyla bir ‘seçim yılı’ olarak geçeceği ortada. 

Gerçi bu seçimin yapılıp yapılmayacağı, yapılsa bile hangi koşullarda nasıl bir seçim olacağı hâlâ meçhul. 

Yalnız süreç nasıl seyrederse seyretsin ortaya çıkacak sonuç ve oluşacak yeni dengelerin önümüzdeki yıllar üzerinde de tayin edici etkileri olacak.

“Bu seçimin bir kader seçimi olduğu” görüşü ilerici kamuoyunda yaygın ve etkili. AKP-MHP ikilisiyle bu ittifakın genellikle gözden kaçırılan üçüncü ayağı Ergenekoncu faşist koalisyon kazanacak olursa “Türkiye’de İslamcı faşizmin kurumsallaşma sürecinin tamamlanmakla kalmayıp çıkılması zor bir karanlık tünele gireceğimiz” düşünülüyor.

Bu tümüyle haksız bir görüş sayılmaz. Fakat hem geleceğimizi sadece bir seçime bağlaması yönüyle yanlış hem de Türkiye’de rejimin faşist bir karakter kazanmasını Tayyip Erdoğan’a ve Başkanlık sistemine geçişle başlamış bir süreç olarak gördüğü için isabetsiz.

*** 

Tayyip Erdoğan’da cisimleşen führerci rejim modeline güçlü bir siyasal-moral darbe indirilemeyecek olursa bugünkünden daha boğucu hale getirilmeye çalışılacak zor ve karanlık günlerin bizleri beklediğini görmek zor değil ama bu karanlığın alternatifi olarak sunulan restorasyon projeleri de özlemini duyduğumuz özgürlüğü içermekten çok uzak. 

Bu noktada, “Önce şu Tayyip’ten bir kurtulalım da, sonrasında ne olacaksa olsun” sığlığında bir muhalefet anlayışından bir an önce sıyrılmak şart. Aksi taktirde çok değil bir-iki yıl içinde “Hay ellerim kırılaydı da…” pişmanlığını bir kez daha yaşamaktan kaçamayız. 

*** 

Her şeyi seçim sandığına endeksleyip buna bir de “nasılsa gidiciler” rehavetinin eklenmesi yeni bir “Adam kazandı” şokuna davetiye çıkarmanın yanında ola ki Tayyip Erdoğan ve çetesi devrilecek olursa karşılaşılması kuvvetle muhtemel ekonomik, siyasal ve sosyal depremlere de fenersiz yakalanmaya zemin hazırlar. 

Dolayısıyla her şey o kadar kolay güzel olmuyor! Aynı şekilde “gelmekte olan” gelecek olsa bile burjuva karşı devrim öyle kolay teslim olmuyor.

Peki yok mu bunun çaresi? Olmaz olur mu, var elbette. Andığımız örnekler -özellikle de Bolivya ve Peru- bunun ipuçlarını da değişik yoğunluklarda içeriyor. 

İşin özü, sandığın kendisini fetişleştirmemekte. İşçi sınıfı ve ezilen yığınların iradelerini ve tercihlerini tanımayan her saldırıya üretimden gelen güçleri yanında kullanılabilecek bütün biçim ve araçlarla hayatı durdurarak yanıt verebilecek bir bilinçle donatıp örgütlemekte. 

2023 Türkiyesi’ni bu ana eksenler üzerinde değerlendiren podcast programımızı Alınteri’nin Youtube ve Spotify hesaplarından izleyebilirsiniz. 

Jan 03, 202336:29
Ufuk Turu: 2023’ü karşılarken

Ufuk Turu: 2023’ü karşılarken

Her yıl sonunda geride kalan yılın değerlendirmesi temelinde gelen yıla dair tahmin ve beklentilerin dile getirilmesi adettendir.

Geride kalan yılın değerlendirmesine genellikle kuru/soğuk bir gerçekçilik damgasını vurur. Bu daha çok belli başlı olay ve gelişmelerin kaba bir dökümü biçiminde kendisini gösterir.

Yeni yıla dair beklentilere ise iyimserlik ve umut hakimdir.

Ne var ki 3. yılına girdiğimiz 2020’li yıllar iyimser olmayı zorlaştırıyor. Umuda pek yer bırakmıyor.

Bu sadece sübjektif bir yargı değil. Dünya çapında yapılan araştırma ve kamuoyu yoklamalarında da karşımıza çıkan bir sonuç. Mesela Gallup şirketinin 140 ülkede, 150 bin kişiyi kapsayan araştırması keder ve öfke duygularının rekor düzeylere çıktığını gösteriyor.

Halkların çoğunluğu mutsuz. Hem kendilerinin ve ailelerinin hem de evrenin geleceğinden kaygı duyuyorlar.

Ne var ki “bilinçsiz süreçlerin bilinçli temsilcileri” olma iddiasını taşıyan Marksistler, tarihsel bir perspektif ve amaç açıklığına sahip komünistler ve devrimciler olarak bizlerin “umutsuz” olmaya hakkı yok!

Dahası umudu ayakta tutup büyütmekle yükümlüyüz!

Ama bunu nasıl yapacağız?

İçinde bulunduğumuz tarihsel kesitin can alıcı hatta tayin edici sorusu bu.

Çünkü kitlelerdeki yukarda işaret ettiğimiz yaygın ruh hali çok tehlikeli. İki tarafı keskin bir bıçak adeta. Hiç umulmadık sistem karşıtı patlamalara da dönüşebilir, faşist parti ve hareketlerin değirmenine de su taşıyabilir.

Şu sıralar ikinci yönde işliyor maalesef. Dolayısıyla bir yangın alarmı olarak görülüp okunmalı.

Komünistler ve devrimciler olarak bizler elbette umudun temsilcileri ve taşıyıcıları olmalıyız. Ama her bakımdan bunalmış kitleler üzerinde sivrisinek vızıltısı kadar bile etkisi olmayan keskin devrimci ajitasyon ve sloganlarla başaramayız bunu.

Bizim iyimserliğimiz ayakları yere basan, gerçekçi bir iyimserlik olmak zorunda.

Bu gerçekçilik hem isabetli ve etkili bir politik hat tutturabilmemiz için gerekli, dahası zorunlu. Hem de politika ve taktiklerimizin dışımızdaki güçlere, işçi ve emekçi kitlelere güven vermesi ve ikna edici olabilmesi için.

Fakat bizim gerçekçiliğimiz aynı zamanda büyük tarihsel rüyamızın iz ve çizgilerini de içermeli. Onu mümkün kılabilmenin imkân ve potansiyellerinin nerede yattığını da gösterebilmeli.

Bu anlamda, en başta kendimizi mecalsizleştiren, mevcut durumu ve gidişatı değiştirebileceğimiz duygusu ve inancını köreltip kurutan teslimiyetçi oportünist bir gerçekçilikle taban tabana zıt olmalı.

2023 insanlığa ne getiriyor sorusunun yanıtını bu yaklaşım temelinde aramaya çalışacağız.

İki bölüm halinde ele alacağız konuyu. Bu programda Dünyada 2023 üzerinde duracağız. Gelecek programda da Türkiye özelini ele alacağız.

Dünyada 2023’ü karşılarken programını Alınteri’nin Youtube ve Spotify hesaplarından izleyebilirsiniz.

Dec 28, 202237:39
Orhan Gazi Ertekin’le Ufuk Turu: Maraş Pogromu/Yaşayan katliamlar

Orhan Gazi Ertekin’le Ufuk Turu: Maraş Pogromu/Yaşayan katliamlar

Maraş katliamı bu ülkenin kapanmamış tarihsel yaralarındandır. Aynı zamanda silinmemiş kara lekelerinden biri. 

1978 Aralık’ında yaşanan bu katliam sırasında resmi rakamlara göre 120 kişi öldürüldü (gerçekte en az 700), yüzlerce insan yaralandı. Alevilere ait 559 ev yakıldı, 300 civarında işyeri yağmalanıp tahrip edildi. İnsanın anlatırken bile soluğunun kesildiği tüyler ürpertici vahşet örnekleri yaşandı. 

Bir hafta süren (19-26 Aralık arası) süren bu kıyımı devlet resmen seyretti. Dahası baştan itibaren işin içinde ve merkezinde olduğu sonradan açığa çıktı. 

Katliamda yer aldıkları saklanamaz biçimde açığa çıkan katillerden bir kısmı hakkında açılan dava tam 23 yıl sürdü, yani zamana yayılarak çürütüldü. Sonunda da topu topu 22 idam-7 müebbet kararı çıktı. 

Bu öylesine göstermelik bir yargılamaydı ki, o “idamlıklardan” biri -üstelik katliamın fitilini ateşleyen MHP’li faşist piyonların önde gelenlerinden Ökkeş Kenger adındaki katil- yıllar sonra Refah partisi listesinden milletvekili olarak Meclise girdi. 

Buna karşın katliamın sorumluluğunu solcuların üstüne yıkmak için devlet elinden geleni yaptı. Katliam sırasında işbaşında olan Bülent Ecevit Hükümeti’nin İçişleri Bakanı İrfan Aydınlı, vahşetin önünü almak için uğraşacağına “Olayların sorumlusu solcu örgütlerdir” diyerek hedef saptırmaya soyundu. Arkasını 12 Eylül cellatları getirmeyi denedi. 12 Eylül döneminde Maraş’tan sorumlu sıkıyönetim komutanı, “Kırbaçlı paşa” olarak tanınan tümgeneral Yusuf Haznedaroğlu’nun bizzat katıldığı işkenceli sorgularda devrimciler sahte itiraflara zorlandılar. Kollarından ve ayaklarından zincirli olarak tutuldukları için “Zincirliler” olarak anılan 14 devrimci  aylarca 24 saat  işkenceye tabi tutuldular.  

Aradan 44 yıl geçtiği halde Maraş Katliamı’na dair dava dosyası “devlet sırrı” olarak hâlâ Genelkurmay kasalarında gizli tutuluyor. Salt bu bile devletin o katliamda nasıl kirli bir rol sahibi olduğunu görmeye yeter. 

H. Selim Açan, podcast dizimizin bu programında hukuk doktoru akademisyen Orhan Gazi Ertekin’le Maraş Katliamı’nı konuşuyor. Katliama dair araştırmaları sırasında ulaştığı bulguları MARAŞ KATLİAMI/ Vahşet, Direniş ve İşkence kitabında yayınlayan Ertekin, bunu bir ‘katliam’ olarak değil ‘pogrom’ olarak niteliyor. Güney Afrika’daki ırk ayrımcısı Apartheid rejimi ve ABD’de siyahlara karşı izlenen politikalarla olan paralelliklerine dikkat çekiyor. Bu pogromların sadece ‘geçmişte’ kalmayıp belli aralıklarla tekrarlanmasından hareketle ‘yaşayan katliamlar’ olarak tanımlıyor. 

Dec 18, 202201:14:03
Şükrü Erbaş'la Ufuk Turu: Hayat her yerdedir

Şükrü Erbaş'la Ufuk Turu: Hayat her yerdedir

Ayrılık ne biliyor musun?

Ne araya yolların girmesi,

ne kapanan kapılar,

ne yıldız kayması gecede,

ne ceplerde tren tarifesi,

ne de turna katarı gökte.

İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık!

Gerçi Şükrü Erbaş bir röportajında, “Şiir üzerinde fazla konuşulmaması gereken bir sanat dalıdır” der. “Çünkü şiir yazılmıştır, şair sözünü söylemiştir ve okuyanlar kendileri bir anlam çıkarmalıdır.”

Dediği doğrudur. Şiir üzerine konuşulmaz. Şiir her şeyden önce duyumsanır, özümsenir ve esinlediği duygu ve düşünceler temelinde çok yönlü yolculuklara çıkarır insanı.

Şükrü Erbaş’ın şiirlerinde insanı asıl çarpan mücadele ile hayatın iç içeliği, bunları birbirinden ayırmanın olanaksızlığıdır. Onun şiirinde mücadele etmek ile yaşamak, adeta aynı şeyi ifade eder; mücadele edilmesi gereken sistem, onu çoğaltan insanlarıyla birlikte kavranır.

Acıları ve yoksunluklarıyla, sevinçleri ve hayalleriyle bütünleştiği insanlara onları nasıl anlattığını söyleşilerle ulaştırıyor. Ankara'dan Cizre'ye, Elazığ'dan Van'a kadar bir şiir gerillası gibi dolaşıyor. Şiirini onlara içiriyor, onlardan besleniyor. 

Kulak verelim...

Dec 10, 202249:43
Aslı Odman'la Ufuk Turu: İşçi kırımı

Aslı Odman'la Ufuk Turu: İşçi kırımı

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin son raporuna göre AKP’nin iktidarda olduğu son 20 yılda en az 30 bin 224 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti.

Bu ne demek biliyor musunuz? 

Bu ülkede her yıl en az bin 500 işçi ölüyor demek. (Programda Aslı Odman, bunun dört hatta beş katı ölümün söz konusu olduğuna dikkat çekti).

Nitekim henüz bitmemiş olan 2022 yılının ilk 10 ayında ölen işçi sayısı bin 521.

Her yıl en az bin 500 can!..

İSİG Meclisi haklı olarak soruyor: “Hangi savaşta bu kadar insan kaybettik?”

Üstelik bunların arasında çocuklar da var. Hem de bazıları 4-5 yaşlarındaki çocuklar. Yine İSİG verileri aydınlatıyor bizi. Buna göre:

Son 10 yılda en az 616 çocuk, çalışırken yaşamını yitirmiş. Bu çocukların 96’sı kız, 520’si erkek.Bunların 4’ü 4 yaşında, 5’i 5 yaşında, 4’ü 6 yaşında, 5’i 7 yaşında, 12’si 8 yaşında, 12’si 9 yaşında, 24’ü 10 yaşında, 13’ü 11 yaşında, 32’si 12 yaşında, 39’u 13 yaşında, 61’i 14 yaşında, 87’si 15 yaşında, 123’ü 16 yaşında ve 195’i 17 yaşında.

Hiçbir güvenceleri olmayan sahipsiz geçici tarım işçileri arasında bilinmedik kimbilir daha kaç çocuk ve yetişkin ölümü var? 

Tayyip Erdoğan başta olmak üzere patronlara, bürokratlara, kapitalizm yandaşlarına soracak olursanız bu cinayetler birer “kaza”. Resmi söylemde de “iş kazası” olarak tanımlanıyor bu cinayetler. 

Bu anlayışta olanlara bakacak olursak bu “kazalar” maden ve inşaat gibi bazı sektörlerin “fıtratında var”. Bunun dışında işçilerin cahilliği, güvenlik önlemlerini önemsemeyişleri, tedbirsizlik, dikkatsizlik, vb. vb. yüzünden yaşanıyor bunlar. 

Gerçekte ise bu cinayetlerin nedeni neoliberal düzenin ucuz ve güvencesiz istihdam politikaları ve sermaye birikim stratejisidir. 

İş güvenliği konusunda en basit güvenlik önlemini bile “masraf” olarak gören sermayenin açgözlülüğüdür. İşçiyi fiziken de ruhen de tüketip posaya çeviren ağır çalışma koşullarıdır. Temelde yatan bu tayin edici etkenin sonuçlarını katmerli hale getiren faktörler ise sınıfın örgütsüzlüğüdür, denetimsizliktir, cezasızlıktır… Siz hiç onca işçinin kanına giren patronlardan doğru dürüst ceza alan tek bir örnek gördünüz mü bugüne kadar?.. 

Programdaki sohbet sırasında Aslı Odman, meslek hastalıkları ve tüketici çalışma koşulları nedeniyle ölenler de hesaba katılacak olursa günlük ve yıllık işçi ölümlerinin en az 4’le çarpılması gerektiğinin altını çizdi. Çevre yıkımıyla işçi bedeninin tüketilmesi arasındaki ilişkiye dikkat çekti. Emeğin posasını çıkaran insanlık dışı çalışma temposunun, hız ve performansa dayalı artı değer sömürüsünün madende de reklamcılık sektörü ya da akademide de karşımıza çıktığına işaret etti. 

Aslı Odman’la sohbeti Alınteri’nin YouTube ve Spotify adreslerinden dinleyebilirsiniz.

Dec 03, 202242:09
Beyza Üstün'le Ufuk Turu: İklimi değil sistemi değiştir!

Beyza Üstün'le Ufuk Turu: İklimi değil sistemi değiştir!

Çevrenin talanı ve doğanın dünya çapında tahribi neoliberal kapitalizmin son 40 yıldır alamet-i farikası durumunda.

Türkiye'ye gelince bu çok daha vahim boyutlar kazanıyor. En nadide alanlar, kentlerin rant değeri yüksek olan her yeri emekçilerden arındırılmaya çalışılıyor. Verimli tarım arazileri sermayeye peşkeş çekiliyor. İstediği yere “riskli alan” ya da “hazine malı” diyerek çöken AKP iktidarı, emperyalist ve yerli işbirlikçilerinin semirmesi için doğanın canına okuyacak ruhsatlar dağıtıyor, maden ruhsatları adeta kapanın elinde kalıyor.

Yeşil alanlar imara, depremde sığınılacak yerler dahi yapılaşmaya açılıyor. Kamu arazileri rant ve talan yumağı içinde can çekişiyor.

Avrupa'nın çöplüğü, zehirli atık deposu haline getirilen Türkiye'de pek çok ormanlık alan yangınlarla ya da çeşitli yağma projeleriyle yok edildi.

Neoliberal yağmacılıkta ustalaşan AKP, iktidarda olduğu yıllarda bu modelin ruhuna uygun olarak devlet işletmesi olarak tanımlanan 271 işletmeyi sattı. Elde kalan birkaçını da Varlık Fonu denilen havuzda toplayarak sıcak para bulmak için adeta ipotek altına aldı. Son yıllarda esas olarak doğayı, devlet arazilerini metalaştırma, sermayeye peşkeş çekme yolunu tuttu. Kentler, tarihsel varlıklar, yeşil alanlar, zeytinlikler, ormanlar… aklımıza gelebilecek ne varsa maden-turizm-inşaat patronlarına ya da sıcak para için türlü çeşit sermaye adreslerine peşkeş çekildi.

Gazetemiz editörlerinden Oya Açan, çevre sorunları konusundaki birikimi ve mücadelesiyle tanınan isimlerden akademisyen ve siyasetçi Beyza Üstün'le konuştu.

Aşağıdaki sorular ekseninde gelişen sohbeti Alınteri’nin Youtube ve Spotify hesaplarından dinleyebilirsiniz:

1-Sermayenin son birkaç yıldır AKP eliyle doğa ve çevreye yönelik saldırısının gerisindeki motivasyon nedir?
2-Emperyalist-kapitalist dünya pandemi ve savaş sarmalıyla birlikte derinleşen gıda ve enerji kriziyle boğuşurken iklim krizi de yeni alarmlar vermeyi sürdürüyor. Kapitalizm koşullarında iklim kriziyle ve ekolojik yıkımla başa çıkmak mümkün mü?

3-İklim krizinde gelinen noktanın vahim olduğu ve herkesin bir an önce harekete geçmesi gerektiğini düşünen çevreci gruplar bu yıl kamuoyunun dikkatini çekmek için farklı malzemeler kullanarak ünlü sanat eserlerine zarar verme tarzında eylemlere başladı. Bu eylem biçimini nasıl değerlendiriyorsun?

Nov 26, 202238:56
Kamil Kartal’la Ufuk Turu: Sınıfın örgütlenmesi

Kamil Kartal’la Ufuk Turu: Sınıfın örgütlenmesi

Türkiye’de işçi hareketi uzun süren bir durgunluk döneminin ardından özellikle son bir-iki yıldır gözle görülür bir kıpırdanma içinde. Fakat bu hareketlenme hâlâ tereddütlü kesimleri de peşine takıp sürükleyen güçlü bir dalgaya dönüşebilmiş değil. Gelip takılınan bir eşik var. 

Sınıfın devrimci sınıf sendikacılığı anlayışıyla hareket eden öncüleri bu eşiğin de aşılması için cansiperane bir çaba içindeler. Her biri mayayı tutturdukları farklı sektör ve mevzilerden bu çemberi zorluyor. Bu arada birbirleriyle ilişkilerinde de giderek genişleyip derinleşen bir siper arkadaşlığı ve yoldaşlaşma eğilimi kendisini gösteriyor. Adet yerini bulsun kabilinden yapılan göstermelik grev ve direniş ziyaretlerinin ötesine geçen çok anlamlı örnekler uç vermeye başladı kavganın bu cephesinde de. Gerçi bu alanda da  henüz aşamadığımız bazı eşikler var ama gelişmenin yönü olumlu ve umut verici. 

Podcast dizimizin bu programında yazarımız H. Selim Açan, yıllarını emeğin kurtuluşu kavgasına adamış devrimci sınıf önderlerinden Kamil Kartal’la sınıf hareketinin içinde bulunduğu durum, aşılamayan eşikler, bunların nedenleri ve nasıl aşılacağı konusunu konuşuyor. 

Sohbetin başında Kamil Kartal sınıfın içinde bulunduğu durum ve ruh hali üzerine gözlemlerini aktarıyor. Konuşma devamında hareketin ilerletilmesi ve yeni bir devrimci sendikal odağın yaratılabilmesi için yapılması gerekenler üzerine görüş alış verişi şeklinde sürüyor. 

Kamil Kartal’la yapılan sohbeti Alınteri’nin YouTube ve Spotify hesaplarından dinleyebilirsiniz. 

Nov 19, 202233:27
Can Dündar'la Ufuk Turu: Seçim süreci üzerine

Can Dündar'la Ufuk Turu: Seçim süreci üzerine

Türkiye bir seçim düzlemine girmiş görünüyor ama süreç hâlâ bir dizi belirsizlik ve riski de içinde taşıyor. Öyle ki seçimlerin ne zaman yapılacağı, yapılıp yapılmayacağı, yapılacak olsa bile bunun hangi koşullarda nasıl bir seçim olacağı dahi belirsiz. 

Bu noktada özellikle seçmen iradesinin düpedüz çöpe atıldığı 7 Haziran 2015 genel seçimleri ve 2019'daki İstanbul belediye seçimlerinde yaşadıklarımızla mühürsüz oyların bile geçerli sayıldığı 2017'deki Anayasa referandumu deneyimlerini akılda bulundurmak gerekiyor. 

Keza geçen yıl yapılan ve sandık kurullarının oluşumu, yargı denetimi ve sayım kuralları konusunda istismara açık yeni düzenlemeler getiren seçim yasası değişikliği ya da geçenlerde çıkan sansür yasası gibi hazırlıkları da hafife almamak lâzım.

Öte yandan Tayyip Erdoğan-Bahçeli ikilisi ve şürekalarının iktidarı bırakmamak için ellerinden geleni yapacakları kaygısı yüksek. Bunun tümüyle yersiz ve temelsiz olduğunu da söyleyemeyiz. Ülke içinde kurdukları rüşvet ve yolsuzluk mekanizmaları aracılığıyla işledikleri mali suçlar yanında özellikle Suriye’de işledikleri savaş suçlarına ilişkin dosyaların ucunun açılması olasılığı dahi ödlerini koparmaya yetiyor. Dolayısıyla bir bahaneyle olağanüstü hal ilan edip ya da savaş dahil uluslararası bir kriz çıkarıp seçimleri ertelemek hatta iptal etmek istemeleri çok uzak bir olasılık değil. 

Bütün bunlar elbette kaygı verici. Ciddiye alınması gereken olasılıklar. Ama “ciddiye almak” derken korkudan sinip paralize olmamıza ya da “aman belayı biz davet etmiş olmayalım” psikolojisiyle pısıp “ölü balık taktiği” izlememize de yol açmamalı. Bu iki tutum da olası felaketi büyütmekten başka sonuç doğurmaz.

Bu tehlikelerin farkında olmak, bizlere sadece “bu iş bitti, bu iktidar gitti gidiyor” rehavetine kapılmamak gerektiğini hatırlatmalı. Tabii bir de en kötü olasılığı bile dikkate alarak bunlara karşı bugünden çok yönlü bir hazırlık içine girmemiz gerektiğini. 

Bu bağlamda tehlikelere gözünü kapatarak hafife alan aymazlık ne kadar tehlikeliyse “aman provokasyon olur, iktidarın ekmeğine yağ süreriz” gerekçesiyle siniklik vazeden yaklaşımlar da o denli silahsızlandırıcı. 

Alınteri gazetesi olarak yayınladığımız podcast dizisinin bu programında gazeteci Can Dündar’la bu konuları konuştuk. 

Aşağıdaki sorular ekseninde gelişen sohbeti Alınteri’nin Youtube ve Spotify hesaplarından dinleyebilirsiniz: 

1) Can, sen tabloyu nasıl görüyor, süreci hangi yönlerden nasıl okuyorsun?

2) Muhalefet cephesinde "Tayyip Erdoğan gitsin de nasıl giderse gitsin" ruh hali çok yaygın ve belirleyici. Bu arada AKP-MHP blokunun oy kaybından hareketle "gitti gidiyor" havası körükleniyor. Bu doğru mu sence? Hakikaten "gidiyor mu güç kaybetmekte olan"?

3) Muhalefetin başını -güç anlamında- 6'lı Masa olarak da adlandırılan Millet İttifakı çekiyor. Yalnız bu iyi-kötü kaynaşmış bir ittifaktan çok herkesin ötekilere dirsek atıp öne geçmeye çalıştığı bir yengeç sepeti görünümünde. Bundan da önemlisi olur da seçimleri kazanırlarsa Kürt sorunu, kadın sorunu, dış politika, yoksulluk ve işsizlikle savaş, emeğin ve doğanın hayasızca sömürülüp yağmalanmasının önüne geçme başta olmak üzere Türkiye'nin temel meselelerinin çözümü konusunda şimdiki faşist iktidar blokundan farklı olarak neyi nasıl yapacakları belirsiz. 

Bu tabloda umut nerede sence? Daha doğrusu şöyle sorayım, umutlarımızın yeni bir hayal kırıklığıyla sonuçlanmaması için ne yapmamız gerekiyor?

Nov 05, 202237:58
Erk Acarer'le Ufuk Turu: Sedat Peker'in ifşaatları

Erk Acarer'le Ufuk Turu: Sedat Peker'in ifşaatları

 H. Selim Açan, Sedat Peker'in ifşaatları konusunu gazeteci Erk Acarer'le konuştu.

Erk Acarer, Peker’in ifşaatlarının kamuoyuna yansıması konusunda öne çıkan gazetecilerden biri. Bu yüzden bazı bedeller ödedi. Evinin önünde saldırıya uğradı, daha önce çalıştığı BirGün gazetesiyle yolları bu yüzden ayrıldı. Bu arada “haber kaynağıyla arasına gerekli mesafeyi koymadığı” temelinde eleştirilere hedef oldu. 

'Devlet' denilen mekanizmanın doğasından kaynaklanan bu çürümenin önce 12 Eylül askeri faşist cunta döneminde, ardından Kürdistan'da yürütülen kirli savaşa paralel olarak 1990'lar sonrasında ivmelendiği görüşünde birleşen yazarımız ve konuğu arasındaki sohbet, aşağıdaki sorular ekseninde gelişti: 

1) Yeraltı dünyasının devletle en içli dışlı isimlerinden biri olarak bilinen Sedat Peker iki yıldan beri ifşaatlarıyla gündemde. Devletteki çürümeyi, yozlaşmayı, çeteleşmeyi, buna paralel gelişen uyuşturucu kaçakçılığı, soygun ve gasp süreçlerini somut olay ve belgeler temelinde sergilemeye başladı. Görünen o ki elinde çok daha fazlası var. Bu yönüyle ucunu göstererek ilerlediği bir şantaj siyaseti izliyor. 

Fakat şu soru yanıtını hâlâ bulmuş değil: Ne oldu da Peker konuşmaya başladı? Sansasyon peşinde koşmadığı açık da neyin peşinde koşuyor? Senin yorumun ne bu konuda? 

2) Peker, başlangıçta “Bir kamera-Bir tripod” sloganıyla doğrudan yayın yapıyordu. Sonra belli ki perde arkasında yapılan bazı pazarlıklar sonucu BAE bu yolu kapattı. Bunun üzerine bir süre sonra farklı isimlerle açtığı hesaplar ya da 3. şahıslar üzerinden verdi mesajlarını. Fakat şimdi sesi iyice kısılmış görünüyor. Bu arada etrafındaki çemberin daraldığını düşündüren gelişmeler var. Peker’i ortadan kaldırmaları için uluslararası bir mafya çetesine 25 milyon dolar gibi çok yüksek bir fiyat teklif edildiği dile getirildi, hakkındaki İnterpol araması önceleri “ifadesinin alınması” ile sınırlıyken şimdi “bulunduğu yerde iade amaçlı yakalanmasına” çevrildi, bir süreden beri “Basın danışmanı” kimliğiyle boy gösteren bir adamı çok ilginç bir sınır dışı edilme süreci sonunda “adrese teslim” Türkiye verildi. Diğer yandan Peker, seçime iki ay kala çok daha sarsıcı dosyaların kapağını açacağını iddia etmişti. 

Sen bu gelişmeleri nasıl yorumluyorsun? Süreç hangi olasılıklara gebe, muhtemelen nasıl bir seyir izler sence?

3) Peker’in ifşaatlarının kamuoyuna yansıması konusunda öne çıkan gazetecilerden biri oldun. Bu yüzden hem evinin önünde saldırıya uğradın hem de BirGün gazetesiyle yolun ayrıldı. Gazeteciliğin temel ilkelerinden biri olan “haber kaynağıyla aradaki mesafeyi koruma” noktasında gereken özeni göstermemekle eleştiriliyorsun. Bu konuda ne diyorsun?

Oct 29, 202259:43
Ufuk Turu: İnşaat işçileri greve hazırlanıyor

Ufuk Turu: İnşaat işçileri greve hazırlanıyor

Podcast dizimizin bu programında Alınteri editörlerinden Mürüvet Küçük  İnşaat-İş Örgütlenme Sorumlularından Yunus Özgür ve DİSK Dev Yapı-İş  Genel Başkanı Özgür Karabulut’la hem nasıl bir yol katettiklerini hem  grevle neyi amaçladıklarını, taleplerinin neler olduğunu, inşaat  işkolunun özelliklerini, birleşik mücadele içinde nasıl bir kültür  yarattıklarını konuştu.  

Programımızda şu sorularla birlikte yürüyen bir sohbet gerçekleştirildi:   

- İnşaat işkolu denilince aklınıza ilk elde neler gelir? 

- Herkesin birleşik mücadele dediği, ama bunu pratikte örmekte güçlükler  yaşadığı bir dönemde siz böyle bir örnek yarattınız. Sizi buna motive  eden neydi? Bu konuda nasıl bir yol katettiğinizi, varsa hangi  noktalarda zorlandığınızı, olumluluklarının neler olduğunu özetlemenizi  istesek… 

- Şimdiye kadar nasıl bir çalışma yürüttünüz, bu çalışmanın kazanımları  neler oldu? 

- Sizi hep işçilerin ücret ve diğer haklarıyla ilgili sorunlar üzerinden  gerçekleşen fiili eylemlerle biliyoruz. İşçi hakkı gasbedilince geliyor  ve birlikte direnerek genelde sorunu çözüyorsunuz. Görünürde mesele  ücret meselesi gibi duruyor, siz bu konuda deneyimlerinizle de birlikte  düşününce ne dersiniz? 

- Grev fikri bugüne kadarki genel çizginizden farklı bir eşiği ifade  ediyor. Bu fikre hangi ihtiyaç ve hedeflerle yöneldiniz? 

- Bu nasıl bir grev olacak, biraz açar mısınız? 

- Bu çağrıda hangi talepleri öne süreceksiniz? 

- Bu talepler aynı zamanda inşaat işkolunun daha bütünlüklü sorunlarını  ifade ediyor. Elbette çalışmanıza da böyle bir zemin sunuyor. Grev  sonrasında işkolunda nasıl bir hat izleyeceksiniz?

Oct 20, 202247:09
İlkay Akkaya ile Ufuk Turu: Toplumların Saati

İlkay Akkaya ile Ufuk Turu: Toplumların Saati

Türkiye’de konser yasakları son aylarda adeta patlama yaptı. Furya 14-22  Mayıs’ta Eskişehir’de yapılacak olan Anadolu Fest’in yasaklanmasıyla  başladı. Gülşen’in konserlerinin yasaklanıp ardından tutuklanmasını  zincirlerinden boşanan bu zorbalığın zirvesi sanıyorduk ki, Ankara’da  Onur Şener’in kendisinden istenilen parçayı çalmadığı gerekçesiyle  öldürülmesine kadar vardı iş.  

Yasakların iki ortak özelliği gözüküyor: Birincisi yasaklama  kararlarının ya valilik ve kaymakamlıklarca ya da AKP ve MHP’li  belediyelerce gerçekleştirilmesidir. Bu da yasakların hükümetin algısı  ile paralel olduğunu gösteriyor. İkinci ortak özellikse yasaklanan  konser veya festivallerin illa hükümet-iktidar karşıtı olmamasıdır.  İktidarın kültür algısının dışında olması, yani onlardan olmaması  yasaklama için yeterlidir.   

Sanatın ve sanatçıların hedef alınması sadece Türkiye’ye özgü bir durum  değil. Bu saldırı türü insanlık tarihi kadar eskidir. Fakat Türkiye’nin   seçim düzlemine  girmesiyle birlikte vites büyütüp çeşitlenen saldırı  cephelerinden biri haline geldi.   

Konser, festival yasaklarının neden birden ivme kazandığını  yorumlayabilmek için birkaç sorunun yanıtına ihtiyacımız var: AKP  Hükümeti, bizzat Tayyip Erdoğan’ın da birkaç kez dile getirdiği gibi  “kültürel hegemonyasını” bir türlü kuramadığı için mi saldırı  pozisyonuna geçti?  

Son yasakların amacı 2023 seçimi için kendisinden  hızla koptuğu (hatta kaçtığı) artık aleni olan muhafazakar  tabanından  geri kalanları korumak, hatta bir kısmını yeniden kazanmak için mi ?  

Bu sorular çoğaltılabilir, çoğaltılmalıdır da. Çünkü konser-festival  yasaklamalarını bazı gerici odakların işgüzarlığına ya da yerel  yöneticilerin merkezi iktidara yaranma çabalarına bağlamak, meseleyi  büyük resmin görülmesini engelleyecek biçimde darlaştırmak anlamına  gelir.   

Alınteri yazarlarından  D. Emrah Zıraman,  konser yasaklarını, kendisi  de bu yasaklardan nasibini alan müzisyen İlkay Akkaya ile aşağıdaki üç  ana soru  ekseninde konuşuyor:    

-   Son dönemde yeni bir konser yasakları furyası baş gösterdi.  İmamların camilerde hutbe ile fetva vermeleri ya da adı sanı bilinmeyen  gerici örgütlerin yaygaraları üzerine konser, festival yasakları oldu. Sence bu yasak furyası neden çıktı, neden yaygınlaştı, bunun arkasında  ne yatıyor ve bu yasakların müzisyenler ve dinleyiciler açısından  sonuçları neler oluyor ?   

- Erdoğan mealen “toplumu her konuda değiştirdik ama kültürel  hegemonyamızı kuramadık” cümlesini son zamanlarda çokça tekrar etmeye  başladı. Ama bu hegemonya faşizmin doğası bakımından Gülşen  örneğinde  olduğu gibi tutuklamaya, Ankara’da Onur Şener’in öldürülmesi gibi  olaylara doğru evrilmeye başladı. Hatta Onur Şener olayında devlet  memuru olan eğitimli insanların cinayet işleyecek noktaya getiren bu  “kültürel hegemonya” nedir?   

-  Sanatçı olarak Türkiye’de mevcut politik süreçte sanatsal, kültürel  atmosferi nasıl görüyorsun ? Sence buradan nasıl çıkılabilir?

Oct 15, 202220:16
Ayşegül Karakülhancı'yla Ufuk Turu: Yeşiller ne kadar yeşil?

Ayşegül Karakülhancı'yla Ufuk Turu: Yeşiller ne kadar yeşil?

Yeşiller olarak bilinen hareket, 1970’lerin sonlarına doğru Avrupa’da filizlendi. Fakat asıl olarak dünya çapındaki devrim dalgasının geri çekildiği 1980’li yıllarda güçlendi. Hareket özellikle Almanya’da çok büyük popülarite kazandı. 

Çevre duyarlılığı yanında nükleer silahlanma ve savaş karşıtlığıyla özellikle eğitimli kentli orta sınıf içinde büyük sempati topladı. Sosyalizm adına sergilenen pratiklerin yarattığı hayal kırıklığı ve tepkilerin payı da büyüktü bu güçlenmede. 

Değişik biçimlerde sivil itaatsizlik eylemlerini esas alsa da 1980’li yıllarda yeşil hareket gerçekleştirdiği militan protesto eylemleriyle tanınır oldu. Frankfurt Havaalanı pistlerinin genişletilmesine karşı direniş, Almanya’daki NATO üslerinin kuşatılması, nükleer silah taşıyan trenlerin yollarının bloke edilmesi  gibi eylemleri bütün dünyanın ilgisini çekti. 

Alman yeşilleri 1980 başlarında partileşme yönelimine girdiler. Sonrasında ilk kez 1998’de hükümet ortağı oldular. O yıl Sosyal Demokrat partiyle kurdukları Kızıl-Yeşil koalisyonu, yeşil hareketin o zamana kadar verdiği görüntü-yarattığı algı ile gerçekliği arasındaki açıklığı gözler önüne serdi. Hitler faşizminin yenilgiye uğratıldığı 2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra Alman Ordusu ilk kez Yeşillerin hükümet ortağı oldukları bir dönemde Almanya toprakları dışında bir savaşa katıldı ve Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde aktif rol oynadı. 

Bugün bu filmin üstelik genişlemiş bir versiyonunu izliyoruz. Yeşiller Almanya’da bir kez daha hükümet ortağı, üstelik 1998’den daha güçlü bir konumdalar ve bu kez sadece NATO’nun kışkırttığı Ukrayna’daki savaş ateşine odun taşımakla kalmıyorlar. Nükleer karşıtlığını da bordalarından atıp düne kadar kapatılmalarını savundukları atom santrallerinin üretime devamını içeren politikaların savunucusu olarak karşımıza çıkıyorlar. Düşünün ki Yeşiller Partisi’nin eski eşbaşkanlarından şu an Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock, “Alman seçmenler ne düşünürlerse düşünsünler (savaşı sürdürmesi için) Ukrayna’yı desteklemeye devam edeceklerini” dile getirmekten çekinmiyor. Partinin bir diğer önde gelen ismi şu an Almanya Tarım Bakanı olan Cem Özdemir de, “Dünyanın açlıkla karşı karşıya kalmaması için Ukrayna’ya gelişmiş silah sistemleri göndermek gerektiğini” savunan bir mantık tutulmasını dillendirebildi. 

Bugün artık “Yeşiller ne kadar yeşil, ne kadar sol, ne kadar hümanist” soruları gündemde. 

Podcast dizimizin bu programında H. Selim Açan, Avrupa ve Almanya siyaseti konusunda bilgilendirici makale ve haberleriyle tanıdığımız gazeteci Ayşegül Karakülhancı ile bu bariz siyasi ve ahlaki deformasyonu konuşuyor. 

Aşağıdaki soruların yanıtlarını birlikte arıyorlar:

Bir süredir genelde AB’nin özel olarak ise Almanya’da koalisyon ortağı Yeşillerin izledikleri politikanın ikiyüzlülüğüne dair eleştirel makaleler kaleme alıyorsun. Bunları gözden kaçırmış olabilecek dinleyicilerimizi de gözeterek eleştirdiğin konuları spotlar şeklinde hatırlatır mısın ?

Yeşillerin bu evrimini neye bağlıyorsun? Bu bağlamda Almanya’daki Yeşiller Partisi hâlâ “yeşil” mi sence? Onu “sol”da görebilir miyiz? 

Almanya nereye gidiyor? Geçenlerde bu kez SPD’li (Sosyal Demokrat Parti) Savunma Bakanı Lambrecht “Almanya’nın Avrupa’da askeri olarak (da)  öncü güç rolünü oynamak zorunda olduğunu” söyledi. Yani Wehrmacht Almanyası’nın hortlatılması yolundaki emeller artık açıkça dillendiriliyor. Öte yandan Ukrayna konusunda savaşı körüklemekte ısrarlı fanatik politika yüzünden şimdiden ciddi bir enerji krizi baş gösterdi, enflasyon tırmanıyor, fiyatlar ve kiralar fırlamış durumda, işçi ve emekçilerin yanı sıra artık orta burjuvazi de gelecek kaygısı duyuyor. Toplumsal ve politik gelişmeler açısından önümüzdeki süreçte nasıl bir Almanya manzarası öngörüyorsun?

Oct 08, 202225:47
Ayşe Düzkan'la Ufuk Turu: İran'dan yayılan dalga

Ayşe Düzkan'la Ufuk Turu: İran'dan yayılan dalga

İran iki haftadır yeni bir isyan dalgasıyla çalkalanıyor. Fitilini kadınların ateşledikleri bu öfke patlaması, genç bir Kürt kadının, Jîna Mahsa Amini'nin 'ahlak polisi' denilen zebanilerce dövülerek katledilmesi üzerine patlak verdi. İran’ın dört bir yanında kadınlar sokaklara döküldü, başörtülerini yakarak “Jin Jiyan Azadi” sloganlarıyla yeri göğü inletti. 

Hız kesmeyen öfke kısa sürede dünyanın her yanına yayıldı. 

Oya Açan, İran'da kadın mücadelesinin evrimini, İran toplumunu pençesine almış derin toplumsal çelişkileri, bunun kadın isyanıyla bağını Türkiye'de feminist hareketin önde gelen isimlerinden gazeteci Ayşe Düzkan'la konuştu.

Aşağıdaki sorular ekseninde gelişen sohbeti Alınteri’nin Youtube ve Spotify hesaplarından dinleyebilirsiniz: 

1. Öncesi de olmakla birlikte özellikle 2000 sonrası yıllarda kadınların toplumsal mücadelelerin başını çeken öncü bir rol oynadıklarını görüyoruz. Sudan Devrimi, Şili’den yayılan La Testis dalgası, Polonya ve ABD'deki kadınların kürtaj “hakkı”nın ellerinden alınmasına karşı yürütülen mücadele... Uzaklara gitmeye de gerek yok Kürdistan ve Türkiye gözümüzün önündeki örnekler. Bu zincire şimdi fitilini Jina Mahsa Amini’nin ateşlediği İran'daki yeni isyan dalgası eklendi. Öncelikle bu son dalgayı nasıl değerlendirdiğini sormak istiyorum sana?

2. İran'da 2019'dan bu yana böylesi bir isyan dalgası görülmemişti. Sokakta yalnızca kadınlar yok, mesele de rejimin kuruluşundan bu yana temel direklerinden biri olan kadın düşmanlığının simgesel örtüsü “tesettür” olmaktan çıktı. Kadın-erkek, etnik kimlik farklarının silindiği bir halk hareketinden bahsedebiliriz. Hayat pahalılığı, zamlar, ekonomik ve toplumsal baskılar etnik kimlik farklılıklarını bile geçersizleştirerek sınıfsal temelde bir toplanma olduğunu gösteriyor. Ne dersin? 

3. Dünyada da Türkiye'de de kendini sürekli büyüten kadın hareketinin önünü kimse kesemez artık! Örneğin Emine Şenyaşar'ı kimse söküp alamıyor o Adliye’nin önünden. Barış Anneleri, Cumartesi Anneleri geri adım atmıyor. 8 Mart'larda kabaran dalgaları kimse engelleyemiyor. Fakat şöyle de bir gerçek var: Kadınlar hala defansif temelde harekete geçiyorlar. Kendilerine yönelik şiddete, bedenlerine, kimliklerine, kazanılmış haklarına bir saldırı olduğunda hareketleniyorlar. Hareketi bu düzlemden bir adım ileriye, yani kadını yok sayıp hiçleştiren koşullar ve sistemle daha köklü bir hesaplaşma düzlemine sıçratabilmek için/neler yapmalıyız?


Oct 01, 202222:34
Neslihan Acar’la Ufuk Turu: Sınıfı örgütlemek

Neslihan Acar’la Ufuk Turu: Sınıfı örgütlemek

İşçi sınıfı hareketi son yıllarda gözle görülür bir canlanma içinde. Bu henüz 1970’lerin sonu, 1987’deki Bahar eylemleri ya da 2017’deki Metal Fırtına gibi bir dalga halini almış değil. Fakat her an buna dönüşme potansiyeli yüksek. 

Bu süreçte gerçekleşen bazı direnişler hem sergilenen kararlılık yönüyle hem de sermaye ve burjuva devlet karşısında elde ettikleri kazanım yönüyle kamuoyunda büyük sempati topladı, emekçi kesimler için bir moral ve cesaret kaynağı oldular. 

Soma madencilerinin inatçı kavgasını, inşaat işçilerinin gerçekleştirdikleri onlarca direnişi, Migros işçilerinin, motokuryelerin, Antep ve Adana’daki saya işçilerinin grevlerini  buna örnek verebiliriz. 

Bazıları sendika ağalarının ihaneti yüzünden satışla sonuçlansa da Ankara, İstanbul, İzmir belediyelerindeki işçilerin grevleri, Urfa’da Uğur ve Özak Tekstil ile Hakan Plastik  grevleri, Mersin Çimsataş, Çorum maden, Düzce Standart Profil direnişleri  gibi örneklerse sınıf içindeki kaynamanın yaygınlığını göstermesi yönüyle dikkat çekiciydi.

Emek-sermaye çelişkisinin keskinleşmesine paralel olarak kavganın kızışması bir taraftan da yeni bir öncü kuşağı öne çıkarıyor. İflas etmiş geleneksel sendikal anlayış ve sendika ağalığına taban tabana zıt yeni sendikalar ve işçi önderleriyle tanışıyoruz.

Yazarımız H. Selim Açan, podcast dizimizin bu programında militan sınıf sendikacılığı çizgisinde yürümekte ısrarlı bu yeni tip sendikal örgütlenme ve işçi önderliğinin temsilcilerinden biri olarak kamuoyunun özellikle Migros direnişiyle tanıdığı DGD Sen (Depo, Liman, Tersane ve Deniz İşçileri Sendikası) başkanı Neslihan Acar’la konuştu. 

Ona şu soruları sorduğu sohbeti, Alınteri’nin Youtube ve Spotify hesaplarından dinleyebilirsiniz: 

Türkiye’deki işçi hareketi ve  sendikal hareketin bugünkü görünümünü ana çizgileriyle resmetmeni istesem nasıl bir tablo çizersin? 

Son yıllardaki işçi eylemlerinde kadınların öne çıktığını görüyoruz. Bu arada bizzat sen kadınların öncüleşmesinin cisimleşmiş bir örneğisin. Hem yılların işçisi hem de öncü bir kadın olarak sınıfın kadın sorununda eğitilmesi, erkek egemen kültürün geriletilmesi konusunda neler yapılmalı?

Sınıf hareketinin hâlâ aşamadığı eşiklerden biri de sendikal ve siyasal önderlik boşluğu. Bu boşluk sence nasıl giderilir? Militan bir sınıf sendikacılığı çizgisinin güç kazanması için nasıl bir hat izlenmeli? 

Sep 27, 202226:49
Ertuğrul Kürkçü’yle Ufuk Turu: Şili dersleri

Ertuğrul Kürkçü’yle Ufuk Turu: Şili dersleri

Şili'de 4 Eylül’de yapılan Anayasa referandumda seçmenlerin yaklaşık yüzde 62’si, “dünyanın en ilerici ilerici anayasası” olarak değerlendirilen anayasa taslağına “Hayır” dedi.

Oysa 2 yıl önce yapılan referandumda Şili halkının yüzde 80’i Pinochet faşizminin yaptığı mevcut anayasanın değiştirilmesi yönünde oy kullanmıştı.Geçen yıl yapılan başkanlık seçiminin ikinci turunda da “solcu” öğrenci lideri Boriç'i devlet başkanı seçmişti. 

Sonucun şaşırtıcılığı bu zigzaglarla sınırlı değil. Halkın seçtiği bir Kurucu Meclis tarafından hazırlanan anayasa taslağı salt siyasal alanda bazı temel demokratik hakların tanınmasıyla sınırlı  değildi. “Yaşam için gerekli olan asgari elektrik enerjisi hakkı” gibi toplumsal eşitlik taleplerinin yanı sıra yerli hakları, cinsel kimlik farklılıkların tanınması, doğaya saygı, iklim ve ekoloji krizleri konusunda devlete sorumluluklar yüklemesi gibi konularda da gerçekten çok ilerici maddeler içeriyordu.

Buna rağmen Şili'nin Kürtleri olarak tanımlayabileceğimiz Mapuche yerlilerinin yoğun olduğu bölgelerde dahi yüzde 50 destek görmedi. 

Hal böyleyken sonuca bakarak “Bir halk dünyanın en ilerici anayasasını nasıl reddeder” şaşkınlığını yaşayanlar var. Kimileri bunu hazırlanan metnin hantallığına , maddelerinin çokluğuna ve kimi konularda kullanılan dilin belirsizliğine bağlıyor. Kimileri sonucu “Düzen sola siyaset dersi verdi” diye yorumluyor.

Sonuç olarak Şili’de ne oldu, neden oldu, nasıl oldu soruları zihinleri hâlâ meşgul ediyor.  

H. Selim Açan, konuyu Türkiye sosyalist hareketinin önde gelen isimlerinden Ertuğrul Kürkçü’yle konuştu. 

Konuğuna aşağıdaki soruları sorduğu sohbeti Alınteri’nin Youtube ve Spotify hesaplarından dinleyebilirsiniz:

1) Şili'de Pinochet diktatörlüğünden kalma faşist Anayasa'yı değiştirmek üzere hazırlanan ve “dünyanın en ilerici anayasası olarak” nitelenen Anayasa taslağı şaşırtıcı bir sonuçla reddedildi. Sen bunu neye bağlıyorsun? Neden böyle bir sonuç çıktı ortaya?

2) Yeni Yaşam gazetesinin sitesinde yayınlanan Şili'den Hisse... başlıklı yazında “Şili’de 2019 ayaklanmalarıyla başlayan değişim sürecinde gerçekleşen peş peşe üç halk oylaması -2020 Anayasa Meclisi referandumu, 2021 Başkanlık ve Kongre seçimleri ve 2022 Anayasa referandumu- yalnızca Şili değil, büyük değişimlere gebe toplumlar için de büyük bir dünya-tarihsel ders ortaya koydu: Umudu oylamak bir şeydir, hükümeti değiştirmek başka bir şey, devleti ve toplumu değiştirmek ise bambaşka bir şey...” şeklinde bir tez ileri sürüyorsun. Bu dersi biraz açar mısın?..

3) Şili'de 2019 sonrası tanık olduğumuz gelişmeler, radikal bir siyasal ve toplumsal dönüşüm arzusu ve beklentisi içinde olunan Türkiye toplumu ve sol güçler  açısından hangi dersleri içeriyor? Bu anlamda Şili ne anlatıyor sence bizlere?

Sep 22, 202222:19
Kavel Alpaslan'la Ufuk Turu: Lübnan

Kavel Alpaslan'la Ufuk Turu: Lübnan

Ufuk Turu podcast dizimizin bu programında Alınteri yazarı H. Selim Açan gazeteci Kavel Alpaslan'la Lübnan'ı konuşuyor. 

Sohbette şu sorulara yanıt aranıyor:

1) Kısa bir süre önce Lübnan'daydın. Lübnan uzun süredir ağır bir ekonomik, siyasi ve toplumsal kriz içinde. Bazı bakımlardan kriz sözcüğünün yetersiz kaldığı çok yönlü bir çöküş-iflas söz konusu. Gözlemlerine dayanarak bugünkü Lübnan'ı ana hatlarıyla nasıl resmedersin?

2) Lübnan yıllardır özellikle dinsel-mezhepsel fay hatları temelinde bölünmüş bir ülke. Bu yüzden iç savaş dahil büyük acılar yaşadı. Bugünkü çürüme ve çöküşün yanı sıra kronikleşmiş siyasal çözümsüzlüğün temel nedenlerinden biri de bu parçalanmışlık zaten. Yalnız son yıllarda patlak veren kitle gösterilerinde bu bölünmüşlüğün üstüne çıkan sınıfsal refleksler kendisini hissettiriyor. Lübnan toplumunun değişik kesimlerini yakından gözleyerek toplumsal nabzı yakalamaya çalışmış biri olarak sen ne dersin, bu damar güçlenebilir mi?  Soruyu şöyle de sorabilirim: Lübnan'ın bu bataktan çıkabilmesi mümkün mü? Bunun yolu nereden geçiyor sence?

3) Sadece Lübnan değil, Filistin, Irak, zaman zaman parlayan İran... Ortadoğu'da alttan alta yeni mayalanmalar yaşanıyor. Sence nelere gebe bu süreç? Yeni bir halk isyanları dalgasının patlaması olasılığından söz edebilir miyiz? 

Sep 18, 202221:12
Ali Ergin Demirhan’la Ufuk Turu

Ali Ergin Demirhan’la Ufuk Turu

Bu yayın dönemindeki podcast yayınımızın ilk konuğu sendika.org sitesi editörü Ali Ergin Demirhan. 

H. Selim Açan, aşağıdaki soruları yönelttiği Ali Ergin Demirhan’la içinde bulunduğumuz dönemde sol’un nasıl bir stratejik mevzilenme yönelimiyle hareket etmesi gerektiğini konuştu:

1) Bir süre önce (12 Ağustos) sendika.org sitesinde “Sınıf savaşı, savaş örgütü, seçim meydanı” başlığını taşıyan bir makalen yayınlandı.

Birçok sol çevrenin dönemsel faaliyetlerini seçime endekslediği bir dönemde daha geniş bir açıyla hareket etmenin zorunluluğunu vurgulayan yaklaşımınızın esasını kısaca özetleyebilir misin?

2) Şu ya da bu konuda, şu ya da bu alanda elde edilecek sınırlı/tekil başarılarla yetinmeyen militan devrimci bir odağın inşası kapsamında “kitle ve alan hakimiyeti” kavramıyla ifade ettiğin bir hedef tanımı var. “Kitle ve alan hakimiyeti” ne anlama geliyor?

3) Proletarya ve ezilenlerin militan devrimci bir savaş örgütünün inşasında nasıl bir hat izlenmeli? Diğerlerine boş verilmesi ya da savsaklanması anlamına gelmemek koşuluyla günümüzde “yakalanması gereken halkayı” ne, daha doğrusu neler oluşturmalı? 


Sep 14, 202220:13
Eşit-Erişilebilir-Engelsiz Hayat- II

Eşit-Erişilebilir-Engelsiz Hayat- II

Geleceğe Dönüş podcast dizisi kapsamında engellilerin sorunlarına dair yeni bir programla karşınızdayız. H. Selim Açan, Kasım ayı sonunda yayınladığımız ilk programda olduğu gibi bu programda da EEEH Dergisi editörü Burak Sarı ile konuşuyor.

Geçen programa ilişkin kısa bir hatırlatmanın ardından ilk olarak “normallik algısı- sağlamcılık yaklaşımı” üzerinde duruluyor. “Normal” kavramı daha doğrusu ölçütünün kapitalizmin işgücü ihtiyacıyla bağlantısına dikkat çeken H. Selim Açan, kapitalizme gelene kadar “normal”in bir marangozluk deyimi, daha doğrusu marangozların kullandığı bir ölçü aletinin adı olduğunu hatırlatıyor.

Bu girişin ardından Burak Sarı sözlerine konuyu güncel hayatla bağlantısı içinde ele almak istediğini belirterek başlıyor. Engellilerin yaşadıkları sorunlar ve ayrımcılığa dair çok çarpıcı örnekler eşliğinde doğada böyle bir ayrımın olmadığına dikkat çekerek konunun kapitalizmle olan bağlantısını açımlıyor. Bu yönüyle sadece yeti farklılığı yaşayanlar değil bütün toplumun kapitalizmde değişik biçimlerde sürekli ayrımcılığa uğradığını dile getiriyor.

“Normal-özürlü” ayrımının temeli ve toplumsal yaşamda nasıl yansıdığını anlatırken kapitalizmin –tabii ki onların emeklerini de sömürmek amacıyla- yeti farklılığı olan bireyleri değişik biçimlerde üretim sürecine çekmekle bir yönüyle de olumlu bir rol oynadığını belirtiyor. Yalnız patronların bunu bile nasıl sömürü konusu haline getirdiklerine dair çok çarpıcı örnekler veriyor.

Programın bu bölümünde Burak Sarı çok önemli bir noktaya daha parmak basıyor: Engellilerin yaşamlarını kolaylaştıracak koşulların yaratılmasını “yardım” anlayışıyla ele almanın yanlışlığı ve tehlikesi. Bunun nasıl sömürüldüğü ve sömürülmeye de açık olduğu. Bunu onur kırıcı yaklaşım olarak mahkum eden Burak Sarı, “Engellilerin sorunlarının çözümü yardım-sadaka-acıma konusu olarak değil en başta devletin yerine getirmesi gereken toplumsal bir sorumluluk ve dayanışma konusu olarak görülmeli” görüşünü dile getiriyor. Buna bağlı olarak engellilerin günlük yaşamına ilişkin olarak “ihtiyaç hiyerarşisi” yaratmanın yanlışlığını ve doğurduğu ayrımcı sonuçları vurguluyor.

“Yardım-sadaka”anlayışının çarpıklığına ilişkin olarak Burak Sarı çok çarpıcı örnekler verdi. İlk olarak “sakatların araba ihtiyacını karşılama” gerekçesiyle yürütülen “mavi kapak toplama” kampanyasını örnek verdi. Bu tür kampanyaların sokaktaki insan için bilinçsiz ama iyi niyetli bir yardım çabası anlamına geldiğini teslim etmekle birlikte sakatların ihtiyaçlarının “yardım-iane-sadaka” konusu haline getirilerek istismar edilmesinin yanlışlığını vurguladı. Üstelik aynı konuda yani yeti farklılığı olan bireylerin günlük yaşamlarındaki ihtiyaçlarına erişilebilirliklerini kolaylaştıracak bazı kampanyaların aynı ilgi ve sahiplenmeyi görmemesinden yakındı. Körlerin tweeter mesajlarında kullanılan görseli zihinlerinde canlandırabilmeleri kolaylaştıracak “Görseli açıkla” kampanyasını da buna örnek verdi.

Programın ikinci konusunu bir kavram tartışması oluşturdu. Bu bölümde konuşmacılar yeti farklılığı olan insanları tanımlarken “özürlü, engelli ya da sakat” kavramlarından hangisini kullanmanın daha doğru olduğu üzerinde durdular.

Son konu olaraksa toplumda yerleşik anlayış ve algılar nedeniyle ötekileştirenlerin birbirleriyle ilişkileri ele alındı. Bu bağlamda Engelsiz Erişim Derneği ve Engelli Kadın Derneği’nin Lambda İstanbul Derneği’yle düzenledikleri “Normal Ne Ayol...” etkinliği üzerine konuşuldu.

Programın kapanışından önce Burak Sarı, bütün dinleyenlere “Körler Burada- Görseli Açıkla” kampanyasına destek olma çağrısını yineledi. Twitter mesajlarında “Görseli açıkla” kutusuna girerek kullandıkları görseli tanımlamakla kalmayıp görsel betimlemesi eklenmiş bir paylaşımı beğenirken ayrıca “Bu tweet erişilebilir” etiketini koyarak bu tutumun yaygınlaşmasına destek olunmasını istedi.

Jan 28, 202257:10
Engelsiz Eşit Bir Yaşam

Engelsiz Eşit Bir Yaşam

Bu podcastte H. Selim Açan, engellilerin sorunları ve çözüm yolları konusunda Eşit- Erişilebilir- Engelsiz Hayat Dergisi editörü Burak Sarı ile konuşuyor.

Programın açılışında engelliler konusunun çok kapsamlı ve çok katmanlı bir konu olduğuna dikkat çeken Açan, bu yüzden bu programın bir başlangıç adımı olarak görülmesi gerektiğini vurguluyor. Bu girişin arkasının önümüzdeki haftalarda farklı yönleriyle getirileceğini belirtiyor.

Açan’ın hem açış konuşmasında hem de sohbetin ilerleyen bölümlerinde üzerinde durduğu noktalardan biri de her türlü eşitsizliği ortadan kaldırmanın mücadelesini veren sosyalistler ve devrimcilerin de engellilerin sorunları ve çözüm yolları konusunda bugüne kadar sergiledikleri kayıtsızlık. Bu durumu “utanç verici” olarak niteleyen Açan, somut pratik adımlarla birleşik samimi bir özeleştirel yaklaşımın aciliyetini vurguluyor.

Sunumun ardından Burak Sarı’dan ilk olarak engellilerin kapitalist toplumlarda yaşadıkları sorun ve sıkıntıların genel bir tablosunu çizmesini istiyor. Burak Sarı bunları sistemden ve toplumun önyargılarından kaynaklanan sorunlar olarak iki ana kategoride ele almak gerektiğine dikkat çekiyor. Fakat bunların aslında birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğunu da vurguluyor. Sarı meselenin özünü kısaca “Her şeye eşit olarak erişebilme hakkımızın elimizden alınması” şeklinde özetliyor. Engellilere “eksik ,“özürlü” hatta “tedavi edilmesi gereken hasta” gözüyle bakıldığını ama arada sadece bir yeti farklılığının olduğunu dile getiriyor. Bu bağlamda eksikliğin engellilerde değil toplumun algısında ve erişim olanağını sınırlayıp ortadan kaldıran koşullarda olduğuna dikkat çekiyor.

Bu noktada söze giren H. Selim Açan, konunun daha net anlaşılması açısından “yeti farklılığı”nın ne anlama geldiğini soruyor. Kavramın öz olarak “bir şeyi farklı biçimlerde yapabilme farkı” anlamına geldiğini dile getiren Burak Sarı, “Herkes her şeyi yapabilir yalnız bunu farklı biçimlerde yapar, yeter ki bunun koşulları olsun-yaratılsın” dedikten sonra daha anlaşılır olması için görmeyenlerin bilgisayar kullanımı örneğini veriyor. Görmeyenlerin de görenler gibi bilgisayar kullandıklarını, sadece görenler ekrana bakarlarken görmeyenlerin bunu okuyucu kullanarak yaptıklarını, aradaki farkın bundan ibaret olduğunu anlatıyor.

Bu bağlam içinde H. Selim Açan engelliliği, “kapitalizmin ihtiyaçlarını esas alarak idealize edilip ‘normal’ ölçütü haline getirilen beden ve yeti algısının dışında olma hali” olarak tanımlıyor. Cinsiyet ve ırk farklılığı gibi engelliliği de insanlığı ve toplumları zenginleştiren  bir çeşitlilik olarak görmemiz gerektiğini vurguluyor.

Sohbet daha sonra konunun özünü oluşturan bir noktaya kayıyor: Engellilere tarih boyunca farklı gözle bakılmasının, onları “eksik, kusurlu hatta tedaviye muhtaç” olarak gören önyargılar ve ayrımcılığın temelini oluşturan “tıbbi model” ve “sağlamcılık (ableism) kavramıyla 1968 sonrası güç kazanan “sosyal model” yaklaşımı üzerinde duruluyor.

Burak Sarı bu noktada köleci toplumdan başlayıp Nazilere ve 1960’ların gelişkin kapitalist toplumlarına kadar gelen ufuk açıcı bir tarihsel özet sunuyor. Sistemler değişse bile engellilere yaklaşımdaki ötekileştirici, ayrımcı tutumlar, dahası toplama kamplarına doldurmaktan zorla tedaviye kadar uzanan yöntem benzerliklerini sergiliyor.

H. Selim Açan ise bu bahiste, engellilere yönelik ayrımcılık ve önyargıların çıkış noktasını oluşturan “sağlamcılık” yaklaşımı ile kapitalizm arasındaki bağlantı üzerinde duruyor.

Sohbetin son bölümünde ise sosyalistlerin ve devrimcilerin dahi konuya kayıtsızlıklarıyla engelli hareketinin zayıflığı üzerinde duruluyor.

Nov 27, 202135:12
"Sınıf mücadelesi yoksa çevrecilik bahçeciliktir"

"Sınıf mücadelesi yoksa çevrecilik bahçeciliktir"

Geçtiğimiz günlerde Glasgow'da yapılan İklim Konferansı'na ilişkin olarak Alınteri editörlerinden Oya Açan, Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Ekoloji Meclisi ve Polen Ekoloji Kolektifi üyesi Marksist Cemil Aksu'yla konuştu.

Bu konferans sürecinde öne çıkan iki fotoğraf oldu: Birincisi burjuva devletlerin ve emperyalist tekellerin ikiyüzlüklerinin altının çizilmesi ve ikincisi bunun çok daha geniş kesimler tarafından görünür hale gelmesi, küresel çapta radikal tepkilere yol açması.

Kendimizi burjuvazi cephesinden daha çok göz boyamak amacıyla atılan bu tür adımlara reaksiyonla sınırlamak, doğanın uğradığı yıkım ve iklim krizinin bütün boyutlarıyla kavranmasından çok bir yönün öne çıkmasına yol açıyor. Örneğin Glasgow Konferansı ve arkasından yaşanan tartışmada, bütün sorun sadece sera gazı salımının sınırlandırılması, sıcaklık artışının 1,5 santigratta tutulmasından ibaretmiş gibi bir algı oluştu. Bu tek yanlılaşma bir bakıma konunun bir açıdan daha net görülmesine hizmet ederken öte yandan sistemin yol açtığı yıkımın bütün yönleriyle görülmesini ve durumun vehametini perdeleyici bir rol oynayabiliyor.

Sohbet sırasında Cemil Aksu bu konuda çok kapsamlı değerlendirmelerde bulundu. Konferans sırasında dünya çapında ve Türkiye'de sergilenen ve sistem olarak kapitalizmi hedefe çakan tepkileri özetledi. Liberal yaklaşımlarla radikal tutumları örnekledi.

Konu çok boyutlu, katmanlı ve yüzlerce yıllık bir geçmişe sahip olduğu için mücadele yöntemleri ve araçları üzerine sohbet bir sonrakine buluşmaya bırakıldı.

Nov 16, 202122:02
21. Program: İnsan ve Doğa

21. Program: İnsan ve Doğa

Sanayi atıklarının arıtılmadan boca edildiği Marmara Denizi'nin ölümünü haber veren deniz salyası (müsilaj) felaketiyle bu kez Rize-İkizdere'nin o olağanüstü doğasının AKP döneminde ihya edilen “5'li çete” üyelerinden Cengiz İnşaat'a peşkeş çekilmesinin güncelliğinden hareketle zaten dizi programımızda yer alan konunun konuşulmasını öne çektik.

Programın konuğu, HalklarınDemokratik Kongresi (HDK) Ekoloji Meclisi ve Polen Ekoloji Kolektifi üyesi Marksist Cemil Aksu'ydu.

Sohbetin açılışında H. Selim Açan, konuğundan, kapitalizmin sistem olarak doğaya ve ekolojik dengeye verdiği zararların genel bir tablosunu çizmesini istedi.

Cemil Aksu konuşmasına ekolojik krizin aynı zamanda bir toplumsal kriz olduğunun ve bu yaklaşımla ele alınması gerektiğinin altını çizerek başladı. Son yıllarda yaşadıklarımız ve konuya giriş bab'ında verilen örneklerin de söz konusu gerçeğin ifadesi olduğuna işaret etti. Özellikle neoliberalizmin bu tahribattaki ivmelendirici rolüne vurgu yaptı. Neoliberal tarım politikalarının tarımı şirketleştirmekle kalmayıp kırsal yaşam alanlarını da ortadan kaldırdığını, kırlardaki doğal kaynakların, yeraltı ve yer üstü zenginliklerinin şehirlere yığılan nüfusun tüketimine sunulmak üzere dizginsizce yağmalandığını belirtti. Kapitalizmin tarihi boyunca yapılan bütün hamleler gibi neoliberalizmin de kâr oranlarını yükseltmek amacıyla emeğe ve doğaya saldırdığını dile getirdi. Buna karşı dünyanın birçok yöresinde, en başta da Latin Amerika'da yerli halkların ve köylülerin yaşam alanlarını savunmanın yanında suyun metalaşmasına karşı direnişe geçtiklerini vurguladı.

Kapitalizmin doğayı da metalaştırmasının sonucu olarak çok ciddi boyutlar kazanmış bir iklim kriziyle karşı karşıya olduğumuz gerçeğinin altını çizdi. “İklim önceleri bir sonuçken artık neden haline gelmiş durumda” dedikten sonra son yıllarda giderek daha sık karşılaştığımız orman yangınlarını, kasırgaları, aşırı sıcaklık ve kuraklığı, sel ve taşkınları, depremleri, volkan patlamalarını hatırlattı.

Cemil Aksu bu bölümde sözlerini bağlarken dünyanın ikliminin son 200 yılda istikrarlı biçimde ısınmasıyla kapitalizm arasındaki bağlantıya parmak bastı. Bu ısınmanın 1970 sonrası hızlandığına, bunun da neoliberal birikim modeliyle bağlantısını sergiledi. Bu yıkımın başlıca sonuçlarını özetledi.

Bu noktada söze giren H. Selim Açan, Cemil Aksu'nun bir yoldaşıyla birlikte hazırladıkları bir sunumda yer verdikleri Dünya Ekonomik Forumu adına hazırlanan bir rapordan bazı bölümleri aktardı. O bölümlerde burjuvazinin sözcülerinin dahi nasıl vahim bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu itiraf etmek zorunda kaldıklarına dikkat çekti.

Sohbetin ikinci başlığını sosyalizmde doğa-insan ilişkisi oluşturdu. Bunun hangi ilkesel yaklaşımlar temelinde nasıl kurulması gerektiğine geçmeden önce Marksist çevrelerin çevre sorunlarına yaklaşımı gündeme geldi. (...)

(*) Sosyalizm ve geriye dönüşler konusunda 6 Şubat 2021 tarihinde başladığımız ve bugüne kadar 21 bölümü yayınlanan podcast dizimize yaz aylarında ilginin düşeceğine dikkate alarak Eylül ortasına kadar ara veriyoruz. Eylül'de buluşmak üzere...

Jun 25, 202101:00:58
20. Program: Ekonomide geriye dönüş adımları

20. Program: Ekonomide geriye dönüş adımları

19. programın devamı olan bu programın konuğu yine Marksist sosyolog doktor Emrah Doğan Zıraman'dı.

H. Selim Açan, sohbeti açarken geriye dönüş süreçleri ele alınırken partideki ve proletarya diktatörlüğü sistemindeki yozlaşma başta olmak üzere konunun daha çok ideolojik ve siyasal yönleri üzerinde durulduğuna dikkat çekti. Bir sömürü düzeninin yerini başka bir sömürü düzeninin aldığı tarihteki diğer toplumsal dönüşüm süreçlerinden farklı olarak sosyalizmin yukardan aşağıya inşa edilen bir düzen oluşu dikkate alınacak olursa bunun hem teoriye hem de tarihsel gerçekliğe uygun bir yaklaşım olduğunu belirtti.

Fakat bu arada ekonomik yaşamda kapitalizme özgü olgu ve mekanizmaların değişik biçimlerde adım adım geri getirilip etkinlik alanlarının genişlemesinin gözardı edilmemesi gerektiğine işaret etti. Bu boyutun en fazla maddi teşvik sistemine indirgenmesinin yetersizliğini vurguladı. Değer yasasının etkinlik alanının daraltılacağı yerde genişletilmesiyle sınıfsal farklılaşma süreçlerinin önünü açan ücret eşitsizliklerini derinleştirecek uygulamaların kalıcılaşması başta olmak üzere bu alandaki kapitalist yaklaşım ve uygulamaların geriye dönüş süreçlerinde partide ve proletarya diktatörlüğü sistemindeki bozulma kadar etkili olduğunun altını çizdi. Bu bağlamda, kapitalist kâr anlayışını esas alan 1949'daki Voznosenski reformlarıyla 1960 sonrasının Lieberman reformları arasındaki özsel ortaklığa ve özellikle ikincisinin yaşama geçirilişiyle diğer alanlarda da kapitalizme geri dönüş sürecinin hız kazanmasına işaret etti.

Emrah Doğan Zıraman ise sosyalizmin tarihine dair olgu ve süreçleri ele alırken Marksizmin tarih anlayışını akılda tutarak yaklaşmanın önemine dikkat çekerek başladı konuşmasına. Bunun da konunun nesnel yönleriyle öznel yönlerini birbirlerinden koparmadan ele almayı gerektirdiğini hatırlattı. Buradan Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin tasfiyesi sürecinde meta ekonomisinin ortadan kaldırılması yönündeki adımlarla ilerleyen yıllarda onların da içini boşaltacak yönelim ve uygulamalara geçti. Proletarya iktidarının üretim araçlarına el koyarak devletleştirmesiyle planlı ekonomiye geçişin sosyalizmin inşası yolunda atılan ilk büyük devrimsel adımlar olduğunun altını çizdi. “Fakat bunların tek başına yeterli olmadığını da tarih bize gösterdi” diye ekledi. Bu noktada gözümüzü dikmemiz gereken nokta meta dolaşımının nasıl sürdürüldüğüdür” dedi.

Zıraman, konuşmasının devamında, merkezi planlama düşüncesi ve uygulamasından adım adım vazgeçilmesini meta ekonomisinin yeniden etkin hale gelmesi sürecinde “ilk büyük kırılma noktası” olarak tanımladı. Değişik biçim ve gerekçelerle ücret eşitsizliklerini hortlatan uygulamaların ikinci vahim adım olduğunu belirtti. Partideki görüş ayrılıkları ve tartışmaların da son tahlilde bunlarla da bağlantılı olarak özünde hangi ekonomik sistem yolunda ilerleneceği tartışması olduğuna dikkat çekti.

Emrah Doğan Zıraman ilk bölümdeki konuşmasını, “Bir yerde meta varsa orada hâlâ kapital ilişkisi var demektir. Sistem bütünüyle kapitalist olmayabilir ama meta ilişkisi kapitalizme özgü bir ilişkinin varlığı-yaşadığı anlamına gelir” tezini açımlayarak sürdürdü.

İkinci bölüme geçişin başında H. Selim Açan, bir ürünün hangi koşullarda meta özelliği kazandığına dair kısa bir hatırlatmada bulundu. Bu hatırlatma ışığında maddi teşvik sisteminin sosyalizmin doğasına ve amaçlarına aykırılığı üzerinde durdu. Nesnel koşulların dayatmasıyla geçici bir dönem için başvurmak zorunda kalınabilecek bu ve benzeri geri adımların teorileştirilip kalıcı hale getirilmesinin geriye dönüş süreçlerindeki olumsuz rolüne dikkat çekti. (...)

Jun 18, 202158:56
Geleceğe Dönüş 19. podcast: Sosyalizmde meta ve para

Geleceğe Dönüş 19. podcast: Sosyalizmde meta ve para

Program konuğu Marksist sosyolog doktor Emrah Doğan Zıraman'dı.

H. Selim Açan sohbeti açarken, var olduğu sürece kapitalizmi üreten bir olgu ve mekanizma olarak meta ve meta dolaşımının kapitalizme geri dönüş süreçlerinde oynadığı hayati rolün genellikle gözden kaçırıldığına dikkat çekti. Fakat içinden çıktığı kapitalist toplumun lekelerinden iradi kararlarla, kararname ve yasaklarla bir çırpıda kurtulamayacak olan sosyalizmin aynı zamanda bir geçiş dönemi olduğunu hatırlatarak bu bataklığın kurutulmasının ister istemez zaman alacağını hatırlattı. Bu alt çizmelerinden altından konuğuna öncelikle meta dolaşımına bir son vermenin tayin edici adımlarının neler olduğunu sordu. Bu bağlamda ütopik sosyalistlerin özellikle de Robert Owen’ın bu yöndeki pratik girişim ve projeleri komünistler açısından günümüzde de bir esin kaynağı olabilir mi diyerek sorusunu tamamladı.

Emrah Doğan Zıraman, sorunun cevabına giriş olarak önce teoriye- düşüncelere dönmemiz gerektiğini belirterek sözlerine başladı. Bunun ilk olarak sorunun kaynağını görebilmemiz için gerekli olduğunu belirtti. Bu noktada günümüzün genç sosyalistlerinin “Marx ve Engels sosyalist ve komünist toplumlara dair neden ayrıntılı bir yol haritası ortaya koymadılar” sorusunu çok sık sorduklarını belirterek bunun gerisinde bilimsel çözümlemeyle ütopizm arasındaki farklılığın yattığına dikkat çekti. Marx ve Engels’in bilimsel tutum ve yöntemlerine dair hatırlatmaların ardından meta dolaşımını ortadan kaldırabilmek için meta dolaşımını var eden ilişkilerin ortadan kaldırılması gerektiğini vurguladı. Hegel’e atıfla amaçlara ulaşmanın eldeki araçlarla olanaklı olduğunu hatırlatarak meta dolaşımını ortadan kaldırmanın ilk adımı olarak siyasal iktidarın ele geçirilmesiyle eldeki iktidar aracını kullanarak üretim araçlarını toplumsallaştırmanın zorunluluğunun altını çizdi. Ardından metanın, kullanım değerinin değişim değerine dönüşmesiyle ortaya çıktığını hatırlatarak bolluk üretecek bir mekanizmanın ortaya çıkmasının gereği üzerinde durdu. Yanı sıra emeğin değerinden söz etmenin meta olgusunu kabullenmek anlamına geldiğini belirtti.

Bu noktada H. Selim Açan, “Emek en yüce değerdir” sloganını kullanan sosyalistlerin de düştükleri yaygın bir yanlışa dikkat çekerek “emekle değer kavramını yan yana getirdiğiniz anda siz aslında meta üretimini savunuyorsunuz demektir” uyarısında bulunarak söze girdi. “Emek dahil bir ilişkiye değer kavramını soktuğun anda o ilişki meta özelliği kazanır, kapitalist bir ilişki haline gelir” dedi. (...)

Jun 11, 202144:57
H. Selim Açan, 'Enternasyonalizm' konusunu Hasan Demir'le konuştu

H. Selim Açan, 'Enternasyonalizm' konusunu Hasan Demir'le konuştu

Sosyalizm ve geriye dönüşler konusundaki podcast dizimizin 18. programının konusu Enternasyonalizm, program konuğu ise Hasan Demir’di.

H. Selim Açan’la konuğu arasındaki sohbet, “Enternasyonalizm nedir? Enternasyonalizm denildiği zaman ne anlamalıyız?” sorusuyla açıldı.

Hasan Demir sözlerine, “birleşik insanlık düşüncesi” olarak tanımladığı enternasyonalizm fikri ve yöneliminin insanlık tarihi boyunca tüm evrensel kurtuluş fikirlerinin temel unsurlarından biri olageldiğine işaret ederek başladı. Semavi dinleri örnek verdi. Proletarya enternasyonalizminin ise özgürlük, toplumsal eşitlik ve dayanışma fikri yani komünle birlikte komünizm hedefinin üç temel bileşeninden biri olduğunun altını çizdi.

Enternasyonalizmi, işçi sınıfını ve emekçileri, kapitalizmin yarattığı ya da derinleştirdiği bütün bölünme ve ayrılıkların üstüne çıkararak ortak sınıf çıkarlarını esas alan bir insanlık ülküsü etrafında birleştirme yönelimi olarak tanımladı. Emperyalizm çağında proletaryanın sömürge ve yarı sömürge halklarını da kapsamına aldığına dikkat çekti.

H. Selim Açan ise proletarya enternasyonalizminin özünü yansıtan Komünist Manifesto’nun ünlü final cümlesini, “Bütün ülkelerin işçiler, birleşin!” çağrısını hatırlatarak başladı konuşmasına. Bu sloganın, işgücünü satmaktan başka geçim aracına sahip olmayan proletaryanın, bütün mülksüzlerin, baldırı çıplakların dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar çıkarlarının ve geleceklerinin ortaklığını dile getiren bir birlik ve mücadele çağrısı olduğunu vurguladı. Bu hatırlatmanın devamı olarak proletarya hareketinin tarihindeki üç enternasyonal örgütlenmesinin nasıl bir rol oynadıkları sorusunu gündeme getirdi. (...)

Jun 04, 202101:12:14
Geleceğe Dönüş 17. program: Sosyalizmde öncülük

Geleceğe Dönüş 17. program: Sosyalizmde öncülük

Program konuğu Mürüvet Küçük’tü.

H. Selim Açan konuyu açarken, geçmiş sosyalizm deneyimlerinin ele alınışı sırasında karşımıza çıkan iki ana yaklaşım tarzına işaret etti. Bunlardan birincisini, o süreçlerde kaydedilen olağanüstü başarılara dahi gözlerini kapatan ya da onları en fazla dil ucuyla anan, buna karşın bütün o süreçleri yapılan hatalar ve olumsuzluklar üzerinden okuyan “eleştirellik” olarak tanımladı. Bunun karşı kutbu olarak görünen ikinci ana eğilimi ise bu kez o süreçlerde yapılan akıl almaz hatalara, vahim politika ve uygulamalara dahi bir biçimde meşruiyet kılıfı geçirmeye çalışan fanatik bir geçmiş savunuculuğunun oluşturduğunu söyledi. Bunların her ikisinin de geçmişi kişiler üzerinden ele alıp kişiler üzerinden daha somut ifadeyle Stalin-Troçki kıyaslaması zemininde tartıştıklarına işaret etti. Geçmişi bu zemine düşmeden nasıl ele almamız gerektiğini sordu ilk olarak konuğuna.

Mürüvet Küçük, tarihi kişiler üzerinden okuyan bu idealist yaklaşımların her ikisinin de devrim ve sosyalizmin geleceği diye bir kaygısı ve amacı olan bugünkü kuşaklar açısından fazla bir anlam ifade etmediğini vurgulayarak başladı konuşmasına. Bunlardan ilkinin umutsuzluğu derinleştirdiğini, fanatik geçmiş savunuculuğunun ise geçmişin hatalarından hiçbir ders almamış olmasının yanında o deneyimlerin iflasla sonuçlanmasının kitlelerde yarattığı güvensizliği ve kafalardaki soru işaretlerini gidermeye en ufak bir katkısının olamayacağını belirtti. Tarihin elbette özellikle de öncü bir rol oynayan bireylerin rolünden kopuk olmadığını ama onların rollerini o dönemin somut tarihsel koşulları ve sınıfsal dengelerinden, sınıfın ve kitlelerin bilinç ve örgütlülük düzeyinden, ihtiyaç ve beklentilerinden kopuk değerlendirilemeyeceğini anlattı. Bu bağlamda eğer geçmiş deneyimlerde öncülerle sınıf ve kitleler arasında daha kolektif bir ilişki sistematiği kurulmuş olsaydı tarihin akışı da kuşkusuz daha farklı olurdu görüşünü dile getirerek bağladı sözlerini.

H. Selim Açan bu noktada, “Eğer kişilere nesnel etkenlerin dahi üzerine çıkan tanrısal bir güç atfetmiyorsak o zaman onların eylemlerini gerçekleştikleri tarihsel koşullarla bağlantısı içinde ele almanın zorunluluğunu” hatırlattı. Kişilerin oynadıkları rolün ancak bu bağlamda hak ettiği yere oturtulabileceğini vurguladı. Devamında 1930’lu yıllardaki parti içi mücadeleler ve uygulanan yöntemler sorununu tartışırken tarafların hepsinin gerçekte aynı parti ve öncülük anlayışına sahip olup aynı iktidar hırsıyla hareket ettiklerine dikkat çekerek bu ortaklığın nereden kaynaklandığı sorusunu gündem getirdi.

Mürüvet Küçük öncelikle sosyalizmi nasıl tasavvur ettiğimizin, onu nereden bakarak kurduğumuzun belirleyici rolüne parmak bastı. Komünizm amacını merkeze koyup koymamanın bu işin nirengi noktasını oluşturduğunun altını çizdi. Öncü-kitle ilişkisinin de bu temelde kurulmasının şart olduğunu belirterek sınıfın ve emekçi kitlelerin bir avuç parti kadrosunun belirlediği politikalar ve aldıkları kararların “uygulayıcıları” konumuna düşürüldükleri bir sosyalist inşanın olamayacağı üzerinde durdu. Partinin sadece kitlelerle değil kendi içinde de yönetim kademeleriyle kadrolar arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğunun tayin edici olduğunu vurguladı. Kolektif aklın harekete geçirilip karar süreçlerine katılım yolları açık tutulmadığı sürece yozlaşmanın kaçınılmazlığına işaret etti. (...)

May 28, 202101:00:05
H. Selim Açan, sosyalizmde 1930'lu yılları Candan Badem'le konuşuyor

H. Selim Açan, sosyalizmde 1930'lu yılları Candan Badem'le konuşuyor

1936 Anayasası’nın hazırlık sürecinde Stalin yoldaşın partiyi ve rejimi demokratikleştirme yönündeki girişimleriyle bunun tam tersi yönde bir pratik olarak 1936-1938 yargılamaları ve infazlar.

İç içe gelişen bu iki süreç, 1930’lu yıllara damgasını vuran dört ana gelişmeden ikisini oluşturur -diğerleri ise sosyalizmi inşa konusunda atılan etkileyici adımlarla tarımda kolektifleştirme hareketi sırasında sergilenen aşırılıklardır. Fakat bunlardan partiyi ve rejimi demokratikleştirme girişimi sadece diğerlerinin gölgesinde kalmaz, içyüzü ve gelişme seyri de yeterince bilinmez. Diğerleri konusunda olduğu gibi bu konuda da özellikle Troçkist tarih yazımının yarattığı bilgi kirliliği çok etkindir. Öyle ki fanatik Stalin savunucuları bile bu konuya hakim değildir.

Dizimizin 16. programında bu gerçekten hareket ettik. Konuğumuz Rus ve Sovyet tarihi konusunda uzman bir akademisyen olan tarihçi Doçent Doktor Candan Badem’di.

Yazarımız H. Selim Açan programın açılışında, dünya burjuvazisinin anti komünist propagandasıyla çoğu konuda onun mızrak ucu misyonunu oynayan Troçkist tarih anlatımının 1930’lu yıllara ilişkin zihinlerde yarattığı kirlenme yanında “Bilgi sahibi olmadan kanaat sahibi olmanın” yaygınlığına da dikkat çekerek Candan Badem’e bir tarihçi olarak o dönemi nasıl değerlendirdiğini sordu.

Kendisinin Marksist bir tarihçi olduğunu vurgulayan Candan hoca, ciddi hatalar ve yetersizlikleri olmakla birlikte o yıllarda sosyalizmin kurulduğu görüşünde olduğunu dile getirdi. Stalin’in “Ülkemizde sosyalizm temel olarak kurulmuştur” sözüne atıfta bulunarak, “temel olarak kurulmuştur sözünün kendisi zaten tam, eksiksiz, kesin bir sonucu ifade etmez. Ana hatlarıyla gerçekleşmiş bu anlamda eksikleri ve yetersizliklerinin de olduğunu kabul eden bir durumu anlatır” dedi.

Bu alt çizmenin ardından sözü 1936 Anayasası’nın hazırlık süreciyle 1936-1938 yargılamalarına getirdi. Bu iki sürecin hangi gelişmeler üzerine nasıl iç içe geçtiğini sergilediği örgün konuşması sırasında önce Stalin yoldaşın Anayasa hazırlık sürecindeki önerilerini anlattı. Onun özellikle de Sovyet seçimlerini sadece parti adaylarının değil Sovyetler, sendikalar, kolhozlar ve farklı meslek örgütleri tarafından gösterilecek adayların birbirleriyle yarışacakları eşit, genel ve gizli oya dayalı bir seçim sistemi getirmek istediğini ama bunun Merkez Komite’de de çoğunluğu oluşturan yerel parti örgütleri yöneticileri tarafından hangi korku ve hesaplarla uygulamada nasıl çarpıtılıp engellendiğini genişçe özetledi. Bürokratlaşmış bu parti yöneticilerinin 1917 sonrasında devrimi koruma ve sosyalizmi inşa süreçlerinde kitlelere sevimsiz gelen ya da onların haklı tepkilerine neden olan uygulamalarından dolayı koltuklarını kaybetme korkusuyla hareket ettiklerini vurguladı. Anayasa’nın yazım sürecinde Stalin’e açıkça karşı çıkmadıklarını ama seçimler sırasında da bildiklerini okuduklarını anlattı.

Tam da o kesitte arkasında parti içi muhalefetin olduğu kimi komploların peşpeşe açığa çıkmasının yanı sıra, başında Yegoda’nın bulunduğu İçişleri Bakanlığı’ndan gelen abartılı raporların bu bürokratlar tarafından nasıl koz olarak kullanıldığına ve Stalin yoldaşı da etkisi altına alan nasıl bir güvenlik paranoyası yarattığına dikkat çekti. Türkiye tarihindeki İstiklal Mahkemeleri’ne benzer özel mahkemelerin bu paranoya ortamında kurulduğunu belirtti. 1937-1938 yıllarındaki ölçüsüz devlet terörü uygulamalarının asıl olarak yerel parti sekreteri, savcı ve polis şefinden oluşan bu mahkemelerin marifeti olduğunu dile getirdi. 

(...)

May 21, 202159:13
H. Selim Açan, 'Marksizmde parti ve öncülük' konusunu Erdoğan Aydın'la konuştu

H. Selim Açan, 'Marksizmde parti ve öncülük' konusunu Erdoğan Aydın'la konuştu

Sosyalizm ve geriye dönüşler konusundaki podcast dizimizin 15. programında H. Selim Açan’la konuğu Marksist tarihçi Erdoğan Aydın partinin öncü rolü üzerine konuşmayı geçen programda kaldıkları yerden sürdürdüler.

Sohbetin başında konuşmaların uzamasının konuların öneminden kaynaklandığı görüşünde birleşen konuşmacılardan Erdoğan Aydın, devrimci bir gelecek perspektifi inşa edebilmek için doğru soruları sormanın ve cesur bir muhasebenin önemine dikkat çekti.

Bu görüşü paylaştığını söyleyerek konuşmasına başlayan H. Selim Açan ise, bu dizinin genel amacını da Marksizmin bilimsel sosyalizm öğretisinin özüne uygun devrimci bir gelecek perspektifinin en azından belirli ipuçlarını yakalamak oluşturduğunu vurguladı. Marksizmde öncülük anlayışı ve partinin rolü konusuna ilişkin bu programın ağırlık noktasını da bunun oluşturması arzusunu dile getirdi.

Nitekim bu haftaki sohbetin son bölümünü her iki konuşmacının da gelecekte nasıl bir devrimci öncülük anlayışıyla hareket edilip partinin hem kendi içinde hem de işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle ilişkisinin hangi esaslar temelinde nasıl kurulması gerektiğine dair somut önerileri oluşturdu.

O konuya gelmeden önce H. Selim Açan, öncülük misyonunun kapsamı ve gerektirdiği nitelikler bakımından devrim öncesi ile siyasi iktidarın ele geçirilmesinden sonraki sosyalizmi inşa süreci arasındaki farka dikkat çekerek sözlerine başladı. Aygıt olarak partinin ve onu oluşturan kadroların birincisi bu farkı gözden kaçıran bir tutuculukla hareket ettikleri zaman, ikinci olarak da elde edilen başarıların başlarını döndürmesi sonucu “doğruların tekelini ellerinde tuttukları” vehmine kapılmalarının öncü-kitle ilişkisinin kuruluşunda tepeden inmeci, bürokratik bir yozlaşmayı beraberinde getirdiğine işaret etti.

Bu bozulmanın her şeyden önce sosyalizmin insanı her bakımdan özgürleşme amacıyla çeliştiğini vurguladı. Kendini kitlelerin üstünde görmeye başlayan bu tarz bir “öncülük” anlayışının akıl satıcılığına soyunmasının, farklı görüşleri bir sapma olarak giderek düşmanca bir faaliyet olarak görmesinin kaçınılmaz sonuçlar olarak karşımıza çıkacağını dile getirdi.

Bu bağlamda Sovyetler Birliği örneğinde 1925 sonrası yaşanan ve bütün tarafların kabul edilemez yöntemlere başvurduğu parti içi mücadele sırasında hiçbir kanadın bu açıdan özde birbirinden farklı bir yaklaşım içinde olmadıklarına dikkat çekti. Fakat bunun tabii ki işlenen karşılıklı suçları mazur gösterme gerekçesi olarak kullanılamayacağını özellikle vurguladı.

Bu noktada Erdoğan Aydın, o süreçte bütün tarafların “mutlak doğruyu kendilerinin temsil ettiği” vehmiyle hareket ettikleri tespitini paylaşmakla birlikte “yapamamış” olanla “yapmış” olanı aynı kefeye koyamayacağımıza işaret etti.

Sohbetin ilerleyen bölümlerinde “Lenin’in vasiyeti” olarak da adlandırılan “son mektup” konusu gündeme geldi. Bu mektubun varlığına inandığını belirten Erdoğan Aydın Lenin’in o mektupta Stalin’e yönelttiği eleştirileri hatırlattı. O mektubun Krupskaya’yla Lenin’in kızkardeşi Mariya Ulyanova’nın bir tezgahı olduğuna dair fanatik bir anti-Stalinist tarihçi olan Stephen Kotkin ve Yuriy Yemelyanov’un son yıllarda yayınladıkları belgelere dayalı incelemeleri hatırlatan H. Selim Açan, velevki doğru saysak bile Lenin’in hasta yatağında kaleme aldığı o “mektup”ta Stalin’i “yoldaşlarla ilişkilerinde kabalıkla” suçlarken Troçki’ye hem o mektupta hem de Parti tarihi boyunca bundan çok daha ağır eleştiriler yönelttiğini hatırlattı. Devamla isterse Lenin olsun komünist bir partide veliaht tayini anlamına gelecek tutum ve yaklaşımların sahiplenilip onaylanamayacağını vurguladı. (...)

May 14, 202153:29
Geleceğe Dönüş 14. Program: Marksizmde parti ve öncülük

Geleceğe Dönüş 14. Program: Marksizmde parti ve öncülük

Programın konuğu Marksist tarihçi Erdoğan Aydın’dı.

Erdoğan Aydın ve H. Selim Açan, 1917 Ekim Devrimi sonrası Sovyetler Birliği deneyiminde proletarya partisinin pratiği ve bu deneyimden çıkarılması gereken dersler üzerinde durmaya geçmeden önce Marksizmde parti ve öncülük anlayışının tarihsel evrimine göz atarak konuya girmeyi tercih ettiler.

J. Molyneux’un Marksizm ve Parti kitabında, “Lenin’in parti anlayışı konusunda Marx’ı da aşarak Marksizmi ileri noktaya taşıdığı” tezini hatırlatan H. Selim Açan, bunun karşı kutbunda ise Lenin’in tam da bu nedenle gerçekte Marksizmden uzaklaştığını iddia edenlerin bulunduğunu belirttikten sonra Erdoğan Aydın’a bu konuda ne düşündüğünü sorarak sohbeti başlattı.

Erdoğan Aydın, sözlerine Molyneux’un tezine özde katıldığını fakat resmi Sovyet yazımının Lenin’in bu konuda Marx’ı takip ettiği iddiasını da doğru görmediğini, aralarında büyük farklılıklar bulunduğunu vurgulayarak başladı. Çünkü dönemlerin farklı olduğunun altını çizdi. Marx ve Engels’in bilimsel sosyalizm öğretisinin temellerini atarlarken proletaryanın ve proletarya hareketinin kapitalizmin gelişimine paralel gelişme özelliklerinden hareketle işçi sınıfının burjuvaziye karşı sendikal mücadele sürecinde “kendisi için bir sınıf” bilincine ulaşacak bir yetenek ve kapasiteye sahip olduğu görüşünü esas aldıkları görüşünü dile getirdi.

Onların parti ve öncülük anlayışının da bu ön kabul temelinde şekillendiğini ifade etti. Sınıf bilincinin edinilmesi gibi partiyi de sınıfın doğrudan kendisinin yaratacağı bir örgütlenme olarak gördüklerini belirtti. Lenin’in farkının bu noktada ortaya çıktığına dikkat çekti. Aradaki bu farkın da kapitalizmin gelişme düzeyi ve tarihsel koşullardaki farklılıktan kaynaklandığının altını bir kez daha çizdi.

Bu tespitlerin devamı olarak Lenin’in parti ve öncülük anlayışını –ister olumlu isterse olumsuz anlamda yorumlansın- “Marksizmde devrim-devrimde devrim” niteliğinde bir sıçrama olarak tanımladı.

Lenin’in devrimci bir sıçramayı temsil ettiği tespitine katıldığını söyleyen H. Selim Açan, bunun temelde onun emperyalizm tahlilinin devrimci karakterinden kaynaklandığını ve sadece parti anlayışıyla da sınırlı olmayıp ona da yol gösteren bir devrim anlayışının ifadesi olduğuna dikkat çekti. Parti ve öncülük anlayışı konusunda Lenin’in farkının da zaten bu devrim ve devrimcilik anlayışının farkından kaynaklandığını vurguladı. 

Alman Sosyal Demokrat Partisi örneğinden hareketle sendikal ve parlamenter mücadele alanlarında büyük başarılar elde etmenin yanında sınıfın geniş kitlelerini kucaklayan değişik tipte toplumsal örgütlenmeler ağı yaratmanın hiç de kendiliğinden devrimci bir sınıf bilinci yaratmadığına, tersine partiyi ve sınıfı nasıl içten içe çürütüp düzene bağladığına işaret etti. Leninist parti anlayışına sahip partilerde ilerleyen yıllarda ortaya çıkan bürokratizm ve yozlaşma örnekleri görülürken Alman SPD örneğini de görmek ve bundan da ders almak gerektiğine dikkat çekti. 

May 07, 202155:34
Geleceğe Dönüş 13. podcast: Partiyi fetişleştirmek

Geleceğe Dönüş 13. podcast: Partiyi fetişleştirmek

Sosyalizm ve geriye dönüşler konusundaki podcast dizimizin 13. Programında da partinin rolü konusu ele alındı.

Program konuğu Ziya Ulusoy’du.

Ziya Ulusoy, konuşmasının başında devrim sürecinde olduğu gbi sosyalizmin inşasında da partinin öncü rolünün zorunluluğu ve önemi üzerinde durdu. Sovyetler Birliği deneyiminde bu önemin kendisini özellikle iç savaş ve faşizme karşı savaş kesitlerinde gösterdiğinin altını çizdi. Fakat parti proletaryanın en yüksek örgütü olsa da örgütlerinden biridir dedi. Buna bağlı olarak Partinin Sovyetler, kadın ve gençlik örgütlenmeleri, sendikalar, diğer kitle örgütleri ve örgütsüz kitlelerin varlığıyla birlikte düşünülmesi gerektiğini vurguladı.

Sovyetler başta olmak üzere bu örgütlerin devrimin ilk yıllarında çok aktif ve canlı olduğunu hatırlattı. Fakat 1920’lerin sonlarından başlayarak bu dinamizmin giderek zayıflayıp biçimselleştiğinin altını çizdi. Bunun sınıfın ve kitlelerin parti ve devlet işleri üzerindeki denetimini zayıflattığı gibi partinin kitlelerden beslenmesini de zayıflattığına işaret etti. Bu noktada teoriden uzaklaşıldığını söyleyerek Partinin devletle iç içe geçtiği ve kendi içindeki canlılığını yitirerek bozulduğu tespitini dile getirdi.

Bu konuda H. Selim Açan, Ulusoy’un partiyi kendisiyle sınırlı değil, kendisini çevreleyen değişik tipte örgütler ağıyla birlikte ele almasını çok önemli bulduğunu vurguladı. Buna bağlı olarak Türkiye solunda özellikle “Ortodoks Marksist” geçinen çevreler içinde kendini gösteren “iktidar” tutkusuna, parti, merkeziyetçilik ve diktatörlük fetişizmine, bu temelde şekillenen tek yanlı-çarpıtılmış Lenin ve Stalin algısına dikkat çekti. Proletarya diktatörlüğü döneminde parti-devlet ilişkisinin ve partinin öncü rolünün de bu çarpık anlayış temelinde şekillendiği görüşünde olduğunu belirtti.

Ziya Ulusoy, konuşmasının ikinci bölümünde öncü partiyle proletarya ve emekçi kitleler arasındaki canlı iletişimin koparak partinin gücü elinde toplamasında koşulların da rolünün olduğunu hatırlattı. Ama parti ve Sovyet kongrelerinin bile giderek seyrekleşip biçimselleşmesi dışında başarıların yarattığı baş dönmesi, geçici durumların genelleştirilip teorileştirilmesi, maddi teşvikler yoluyla ücret eşitsizliğinin kalıcılaşması, kürtajın yasaklanması, enternasyonal ilişkilerdeki tek yanlılaşma gibi bozulma etkenlerinin ortaya çıkışı üzerinde durdu. Bu arada ortaya çıkan parti içi mücadeledeki sertleşmenin sosyalist demokrasiye, parti içi düşünce hayatına ve kolektivizme verdiği zararların bozucu rolünü vurguladı. Revizyonizmin bu bağlamda bir sonuç olarak ortaya çıktığını dile getirdi.

Sohbetin son bölümünde Kültür Devrimi deneyimi üzerinde duruldu. İki konuşmacı da adı Kültür Devrimi olsa bile bunun siyasi bir hareket olduğu, kitlelerin seferberliği gibi görünse de arka planında parti içindeki iktidar savaşımının yattığı, zaten bu yüzden Mao ve Çu En Lay tarafından başlatılıp yine onlar tarafından düğmeye basılarak bitirildiği noktalarında hemfikir oldular. Yine de kitlelerin parti üzerindeki denetim yöntemlerinden biri olarak üzerinde durulup sonuç çıkarılacak bir deneyim olarak görülebileceğini belirttiler.

Apr 30, 202101:07:03
Geleceğe Dönüş 12. Program: Sosyalizmin İnşası ve Geriye Dönüş Süreçlerinde Parti

Geleceğe Dönüş 12. Program: Sosyalizmin İnşası ve Geriye Dönüş Süreçlerinde Parti

Sosyalizm ve Geriye Dönüşler konusundaki podcast dizimizin 12. programının konusu “Sosyalizmin inşasında partinin önderliği hangi sınırlar içinde, nasıl anlaşılmalı? “ konusuydu.

Bu ana başlık bağlamında “Tarihsel deneyimlerde gelişme hangi yönde oldu? Bunun nedenleri neydi?” sorusuyla “Bütün eski sosyalist ülkelerde geriye dönüş süreçlerinde parti kadroları, proletarya ve emekçi yığınlar neden bu kadar edilgen kaldılar” sorusuna yanıt arayışı da konunun alt başlıklarını oluşturdu.

12. programın konuğu Nabi Kımran’dı.

H. Selim Açan’la konuğu arasında kimi temel noktalarda farklı görüşlerin dile getirildiği çok canlı ve dinamik bir sohbet yaşandı.

Programın başında önce öncü parti fikrinin hangi ihtiyaçtan doğduğu ve zorunlu olup olmadığı üzerinde duruldu. Konuşmacıların her ikisi de proleter devrimin örgütlenme sürecinde olduğu gibi sosyalizmin inşası sürecinde de partinin öncülüğünü reddeden anlayışların liberal ya da anarşist fanteziler olmaktan öte bir anlam ve geçerlilik taşımadığı noktasında hemfikirdiler.

Buna bağlı olarak 20. yüzyıldaki sosyalizmi inşa deneyimleri sırasında zamanla ortaya çıkan bürokratik bozulma ve yozlaşmayı doğuran nedenler konusu gündeme geldi. Bu noktada Nabi Kımran özellikle 1917 devrimini izleyen günlerde kitlelerle parti, kitlelerle devrimin öncüleri arasındaki ilişkinin nasıl dolaysız ve teklifsiz olduğuna dair örnekler vererek konuya girdi. Fakat koşulların farklılaşmasına paralel olarak, en başta da iç savaş süreci ve arkasından yaşanan sıkışmaların basıncıyla yetkilerin partide toplandığı merkeziyetçi tarz ve yöntemlerin öne çıktığını ve bunun giderek yerleştiğini dile getirdi. Bu gidişi, kitlelerin özneleşmesi, bütün eşitsizlikler gibi yöneten-yönetilen ayrımının ortadan kaldırılması yerine onun tersi yönde bir gidiş olarak tanımladı.

1920’lerin sonlarında kendi başımıza kalmış olsak da sosyalizmi kurabiliriz yönelimine girmenin yanında parti içindeki görüş ayrılıkları ve savaşımın sertleşmesine paralel olarak bürokratik merkeziyetçi tutum ve anlayışların büsbütün yerleştiğini vurgulayan Nabi Kımran, 1929 sonrası tarımda kolektifleştirme hareketi sırasında uygulanan şiddet ve keyfiliklerin emekçi kitlelerde büyük yaralar açarak onlarla rejim arasına bir kama gibi girdiğine işaret etti.

H. Selim Açan, konuğunun dile getirdiği kimi ilişkilendirmeler ve örneklere neden katılmadığını anlatmaya 1956 sonrasının anti komünist propagandasıyla ona kan taşıyan Troçkist tarih yazıcılığının bildiğimizi zannettiğimiz hatta kanaat sahibi, dahası taraf olduğumuz konularda bile aslında bilinçlerimize nasıl etki ettiğine, nasıl olumsuz tortular bıraktığına dikkat çekerek başladı.

Buna örnek olarak o döneme dair kimi eleştirileri olmakla birlikte sosyalizmin inşasına ve tarihine büyük katkıların yapıldığı bir dönem olarak devrimciliğe adım attığı günden bu yana savunup sahiplendiği Stalin yoldaş ve Stalin dönemi konusunda bile nasıl karanlıkta bırakıldığımızı örnek verdi. Stalin’in partide ve devletteki bürokratik yozlaşmayı görerek hem 1936’da hem de daha savaş bitmeden 1944’ten itibaren partiyle devlet işlerini birbirinden ayırmak ve hem partiyi hem de devlet yönetimini demokratikleştirmek için nasıl kavga verdiğini ama gücünün zirvesinde olduğunu zannettiğimiz her iki dönemde de parti bürokrasisi tarafından nasıl kuşatılıp etkisizleştirildiğine dair ikisi Rus (Yuriy Jukov ve Vladimir L. Bobrov) diğeri ABD’li (Grover Furr) üç tarihçinin 1990 sonrası açığa çıkan belgelere dayalı –Türkçeye de çevrilmiş- kitaplarını kaynak gösterdi.

Apr 23, 202101:19:44
Geleceğe Dönüş 11. Program: Proletarya diktatörlüğünü nasıl örgütlemeliyiz?

Geleceğe Dönüş 11. Program: Proletarya diktatörlüğünü nasıl örgütlemeliyiz?

Bu programda bir değişiklik yaptık. Moderatörlüğü Alınteri yazarlarından Oya Açan yaptı. H. Selim Açan ise bu kez konuktu.

Oya Açan konuyu açarken, proletaryanın devrimci diktatörlüğünü sosyalizmi inşa edebilmek için başvurulması gereken zorunlu araç ve yöntemlerden biri olarak tanımladı. Fakat özellikle liberal-reformist kesimlerin proletarya diktatörlüğü sözcüğünü dahi “itici” bularak karşı çıktıklarını, kendilerini “Marksist” olarak tanımlayan kimilerinin de 1989 çöküşü sonrasında bunlara katıldığını hatırlattı. Bu hatırlatmaların arkasından “Proletarya diktatörlüğünü kabul ya da reddetmek ne anlama gelir” sorusunu sordu.

H. Selim Açan bu soruyu, Lenin’in Devlet ve İhtilal’de Marx’ın Weydemer’e yazdığı bir mektupta yazdıklarından hareketle koyduğu ölçüyü anarak yanıtladı: Sınıfların varlığını ve sınıf mücadelesinin kabulünü proletarya diktatörlüğünün zorunluluğunun kabulüne kadar genişletip genişletmemenin Marksist olup olmamanın ölçütü olduğunu söyledi. Dolayısıyla konuyu Marksizm zemininde ele alıp tartışmanın ancak bu kabul zemininde kalındığı sürece mümkün olacağının altını çizdi.

Oya Açan’ın ikinci sorusu proletarya diktatörlüğünün işlevi üzerineydi. Burjuvazinin sınıf diktatörlüğünü yıkmak için savaşan devrimci proletaryanın burjuvaziyi iktidardan alaşağı ettikten sonra hâlâ niye böyle bir diktatörlüğe ihtiyaç duyduğunu sordu.

H. Selim Açan bu soruyu yanıtlarken, proletarya diktatörlüğünün işlevinin genellikle sadece devrilmiş ama henüz ortadan kalkmamış sömürücü sınıfların baskı ve denetim altında tutulmasına indirgendiğini ama bunun eksik dolayısıyla sığ bir kavrayış olduğuna dikkat çekti. İşin bu yönünü Lenin’in “en kolay ve basit tarafı” olarak tanımladığını, proletarya diktatörlüğünün asıl işlevinin sosyalist temellerde yeni bir ekonomik ve toplumsal düzen kurmak olduğunu vurguladı. Bu noktada, proleter sosyalist devrimle sömürücü bir düzenin yerini başka bir sömürü düzeni ve onun temsilcisi sınıfın iktidarının aldığı devrimler arasındaki temel farkı hatırlattı.

(...)

Apr 16, 202159:40
10. Program: Geçmişi gelecek perspektifiyle ele almak

10. Program: Geçmişi gelecek perspektifiyle ele almak

Lekesiz bir geçmiş savunusuyla her şeyi karalama yarışına çıkmış bir inkârcılık Marksizme aynı ölçüde uzaktır.

Sosyalizm ve Geriye Dönüşler konusundaki podcast dizimizin 10. programında da “tek ülkede sosyalizm” tartışmaları üzerine konuşuldu.

Bu programın konuğu gazetemiz yazarlarından Mürüvet Küçük’tü.

30 yılı aşan ortak bir geçmişe sahip iki komünistin yoldaşça sohbetinin başlangıcında, bütün tarihsel olgu ve süreçler gibi Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmi inşa süreci ve buna dair tartışmalar sırasında da zıt kutuplarda yer almakla birlikte aynı tek yanlılıkla malül taraftar fanatizmiyle sınır çekmek gereği üzerinde duruldu.

Apr 09, 202158:10
Tek Ülkede Sosyalizm Tartışması: Cesur bir muhasebe zorunluluğu

Tek Ülkede Sosyalizm Tartışması: Cesur bir muhasebe zorunluluğu

Sosyalizm ve Geriye Dönüşler konusundaki podcast dizimizin 9. programında “tek ülkede sosyalizmi kurma yönelimi” üzerine tartışma devam ediyor.

Bu haftaki programın konuğu Marksist tarihçi Erdoğan Aydın.

H. Selim Açan’la Erdoğan Aydın arasındaki sohbet konuya ilişkin değişik pencereler açıyor. Fakat bundan da önce farklı düşünülen noktalarda dahi karşılıklı saygıyı elden bırakmayan yoldaşça bir sohbet oluşuyla dikkat çekiyor.

Sosyalizme yeniden çekim gücü kazandırabilmek için 20. yüzyıldaki sosyalizmi inşa deneyimlerinin Marksist teorinin ilkeleri ışığında cesur bir muhasebesinin yapılması gerektiği noktasında birleşen konuşmacılar, sohbetin başında önce bu sorgulamanın toptan reddiye şeklinde inkarcılığa dönüşmemesinin sınır çizgileri üzerinde duruyorlar.

Apr 02, 202158:08
Birleşik Devrim: Günümüzde Yeni Bir Devrimci Sentez Olanağı

Birleşik Devrim: Günümüzde Yeni Bir Devrimci Sentez Olanağı

Sosyalizm ve Geriye Dönüşler konusundaki podcast dizimizin 8. programında “Sosyalizmi tek ülkede inşa mümkün mü” konusundaki tartışma devam etti.

Bu programın konuğu Hasan Demir’di.

Konuya ilişkin görüş alışverişinin açılışını yazarımız H. Selim Açan, “Avrupa merkezli birleşik bir devrimi sosyalizmi inşa edebilmenin zorunlu ön koşulu olarak gören Marx ve Engels, bu tezi hangi öncüllerden hareketle formüle ettiler” sorusunu sorarak yaptı.

Konuğu Hasan Demir, sosyalist harekette yaklaşık 150 yıldır çeşitli dalgalanmalara ve tartışmalara kaynaklık eden bu konuya ilişkin yaklaşımının genel çerçevesini 3 ana başlık altında toplayacağını belirterek sözlerine başladı.

Bu ana başlıklardan ilkini Marx ve Engels’in formüle ettikleri Avrupa merkezli devrim anlayışının oluşturduğunu belirtti. İkinci olarak “tartışmaların fitilini ateşleyen adım” olarak tanımladığı ve “Lenin’in de bahsettiği ama esas olarak Stalin’e ait olduğunu” söylediği tek ülkede sosyalizm anlayışı üzerinde durmak istediğini dile getirdi. Üçüncü olarak da bu tartışmanın bugün ne anlam ifade ettiği konusunu önemli bulduğunu söyledi. Daha sonra bu başlıkları açımlamaya yöneldi.

İlk ana başlığa ilişkin olarak, kapitalizmin 1840’larda henüz sadece Avrupa’da hatta sadece Batı Avrupa’da egemen hale geldiğine dikkat çekerek Marx ve Engels’in dönemin Avrupa’da bile hâlâ güçlü gerici feodal kuvvetleri karşısında ancak birleşik bir devrimin ayakta kalabileceği gerçeğinden hareket ettiklerinin altını çizdi.

Marx ve Engels’in Avrupa merkezli birleşik bir devrim tezini hangi somut tarihsel koşullarda hangi öncüllerden hareketle formüle ettikleri noktasında H. Selim Açan, bir dünya sistemi haline gelme yolunda henüz ilk adımlarını atan kapitalizmin serbest rekabet aşamasıyla bağlantısı içinde özellikle üç noktaya dikkat çekti: 1) Emek-sermaye çelişkisinin bütün çıplaklığı ve keskinliğiyle kendini gösterip egemen hale gelmiş olması, 2) Üretici güçlerin toplumun bütün temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek ölçüde gelişmiş olması, bu bağlamda açlık tehlikesi başta olmak üzere vahşi sınıf çatışmalarının tekrar baş göstereceği “eski çirkefe dönüş” riskinin ortadan kalkmış olması, 3) 1830 ve 1848 devrimlerinde de görüldüğü gibi Avrupa işçi hareketinin o yıllarda hâlâ çok güçlü olan birleşik hareket refleksine duydukları güven. Onların formüllerinin bundan dolayı Avrupa merkezli olduğunu, daha doğrusu bu tarihsel bağlam içinde ele alınması gerektiğini vurguladı.

Tek ülkede sosyalizm konusuna girişte Hasan Demir, “Avrupa Birleşik Devletleri” ve “Kooperatifçilik Üzerine” makalelerinde Lenin’in de değindiği fakat sonrasında Stalin’in yaptığı ölçüde teorileştirmediği tek ülkede sosyalizm yönelimi konusunda fikirlerin bir anda değişmediğine dikkat çekiyor. Bolşeviklerin de 1924 sonlarına kadar birleşik bir devrim anlayışında ve Avrupa’da yeni bir devrimci dalganın yükseleceği beklentisi içinde olduklarına işaret ediyor. Bunun simgesel bir ifadesi olarak Lenin’in “Başkentimiz Berlin olacak” sözünü hatırlatıyor.

Konuşmasının devamında tek ülkede sosyalizmi mümkün görmenin arkasında Lenin’in emperyalizm tahlilinin yattığını vurguluyor. Buna bağlı olarak devrim sorununun bir Avrupa sorunu olmaktan çıkıp bir dünya sorunu haline geldiğine dikkat çekerek bu değişimi açımlıyor. SB pratiğinin sonraki seyrine dair ise özellikle sosyalizmin tarihsel amaçlarıyla çelişen uygulamalara, özellikle de enternasyonalizmden uzaklaşmaya örnekler vererek dikkat çekiyor. Sosyalizmi bir “şey” olarak değil bir “süreç” olarak kavramanın farkı ve anlamı üzerinde duruyor.

Sohbetin son bölümünde ise konuşmacılar günümüz koşullarında birleşik bir devrim imkanının ne denli güçlendiğine dikkat çekiyorlar.

Mar 26, 202153:49
Geleceğe Dönüş: Tek Ülkede Sosyalizm Yönelimi Hata mıydı-2

Geleceğe Dönüş: Tek Ülkede Sosyalizm Yönelimi Hata mıydı-2

“Tek ülkede sosyalizm yönelimi tarihsel bir hata mıydı” konusunun tartışılması Sosyalizm ve Geriye Dönüşler konusundaki podcast dizimizin 7. programında da sürüyor.

Bu haftaki program konuğu, ’68 kuşağından örgütlü mücadelede ısrarın temsilcilerinden biri olan Ziya Ulusoy.

Programın girişinde yazarımız H. Selim Açan’ın, “Sovyetler Birliği’nde 1925 sonrası sosyalizme inşa yönelimine girilmesi ‘Marksizmden bir sapma, tarihin olağan seyrine karşı yanlış bir iradi müdahale miydi” sorusuyla konuyu açmasına yanıt olarak Ziya Ulusoy sözlerine, hem 1917 Ekim Devrimi’ni hem de 1925 sonrası sosyalizmi inşa yönelimini “tarihsel bir girişkenlik” olarak tanımlamakla başladı. 1953 sonrasında adım adım kapitalizme geri dönüşle de noktalansa Sovyet komünistlerinin bu devrimci tarihsel girişkenliğinin insanlığın önüne hangi ufukları açtığını yaşamın değişik alanlarından verdiği örneklerle sergiledi.

Sosyalizmin altını çizdiği tarihsel kazanımlarından biri olarak “Eğer Sovyetler Birliği olmasaydı faşizm yıkılmaz, belki 50 yıl daha insanlığın başına bela olurdu” dedi.

Programdaki sohbetin ikinci başlığını, Avrupa devriminden beklenen desteğin gelemediği ve belirsiz bir süre daha gelemeyeceğinin ortada olduğu 1925 koşullarında parti önderliği içinde hangi tartışmaların yaşandığı konusu oluşturdu.

H. Selim Açan konuyu, “Başını Stalin yoldaşın çektiği MK çoğunluğunun sosyalizmi inşa yönelimi değil de Zinovyev-Kamenev çizgisi, Buharin-Radek-Sokolnikov’ların savunduğu yönelim ya da dünya devrimi devrimci sloganının arkasına saklanan Troçki’nin yenilgici bakış açısı benimsenseydi sonuç ne olur, karşımıza muhtemelen nasıl bir tablo çıkardı” sorusuyla açtı. Sonra kendi görüşü olarak, “1989 çöküşünden sonra karşımıza çıkan kapitalist Rusya manzarası büyük olasılıkla daha o dönemde karşımıza çıkardı” görüşünü dile getirdi.

Ziya Ulusoy bu konuda ağırlıklı olarak “tersyüz edilmiş sağcılık” olarak tanımladığı Troçkizmin “dünya devrimi” anlayışının maceracı karakteri üzerinde durdu. 1919-1921 savaşı sırasında Varşova kapılarına dayanan Kızıl Ordu’nun geri çekilmek zorunda kalmasının ardından Polonya’da Pilsudski faşizminin konumunu nasıl güçlendirdiğine dikkat çekti.

Programın son bölümünde ise 20 yüzyıldaki sosyalizmi inşa girişimlerine nasıl yaklaşmak gerektiği üzerinde duruldu.

H. Selim Açan, o süreçlerde yapılan bazıları vahim uygulamaları, hataları, dar görüşlülükleri ve bunların sonuçlarını öne çıkararak sadece olumsuzlukların üzerinde duran inkârcı yaklaşımlar kadar “tarihimize sahip çıkma” adına sosyalizmin özüyle de tarihsel amaçlarıyla da bağdaşmayan uygulamaları dahi savunma çabasına giren taraftar fanatizminin ikisinden de uzak durma zorunluluğunun altını çizdi.

Aynı vurguyu dile getiren Ziya Ulusoy da, özellikle enternasyonalizm konusunda düşülen dar görüşlülüklerin altını çizdi. Tarihsel koşulların sınırlandırıcı, geriye çekici etkisinin üzerinden atlamamak gerektiğini vurgulamakla birlikte özellikle tarımda kolektifleştirme hareketi sırasında sergilenen aşırılıkların, maddi teşvik yöntemlerinin kullanımının, hızlı sanayileşme çabalarından kaynaklanan kimi gerilimlerin ve parti içi mücadeledeki aşırılıkların savunulamayacak yönleri ve sonuçları olduğunu dile getirdi.

Dizimizin 7. Programını burdan dinleyebilirsiniz...

Mar 19, 202154:12
Geleceğe Dönüş: Tek ülkede sosyalizm-1

Geleceğe Dönüş: Tek ülkede sosyalizm-1

Marksist hareket içinde 1920 ortalarından bu yana keskin bir saflaşma konusu olan “tek ülkede sosyalizm” konusunun hem önemi hem de kapsamının genişliğinden dolayı önümüzdeki 4 program daha bu konuya ilişkin olacak.

Bu kutuplaşmanın bir kutbunu tek ülkede sosyalizm yönelimini Marx ve Engels’in 1840’larda formüle ettikleri birleşik Avrupa devrimi anlayışından “sapma” olarak görenler oluşturuyor. Karşı kutupta yer alanlar ise Leninist emperyalizm tahlilinden ve 1925 koşullarında başka ne yapılabilirdi sorusundan hareket ediyorlar. Bu kutuplar kendi içlerinde de farklı alt dallara ayrılıyor.

Konunun anlam ve önemine dikkat çekmek amacıyla girişte bu temelde yapılan özetin arkasından Nabi Kımran sözlerine, emperyalizm çağında Leninizmden koparılmış bir Marksizm anlayışının devrimci karakterini de yitireceğine dikkat çekerek başlıyor. Devamında bu çağda devrimin ve sosyalizmi inşanın her ülkede neden ve nasıl kendine özgü bir yol izleyeceği üzerinde duruyor. Lenin’in konuyu emperyalizm çağında dünya devrimi perspektifiyle ele aldığını ve onun bu yaklaşımının II. Enternasyonal Avrupa merkezci-determinist oportünizminden hangi yönlerde nasıl bir kopuş anlamına geldiğini özetliyor. “20. Yüzyılda neden Doğu’ya kaymıştır devrim? Bunu sormamız gerekiyor...” sorusunu gündeme getiriyor.

Yazarımız H. Selim Açan, Nabi Kımran’ın bu girişini “meselenin can alıcı noktalarından biri” olarak tanımlıyor. Bu noktada konuşmacılar Marksizmi ölü-cansız formüller yığını haline getirmemek gerektiği noktasında birleşiyorlar.

H. Selim Açan konuşmasının devamında Marx ve Engels’in “en azından Avrupa’nın bellibaşlı kapitalist ülkelerinde gerçekleşecek birleşik bir devrim” formülasyonunu “zorunlu önkoşul” olarak tanımlarken hangi öncüllerden ve somut koşullardan hareket ettiklerini hatırlatıyor ve arkasından bu koşullar açısından emperyalizm çağının farkına dikkat çekiyor.

Sohbetin ilerleyen bölümünde Nabi Kımran, “Bu bazılarına tartışmalı gelebilir ama” notunu düşerek “20. Yüzyılda komünistlerin önderliğinde gelişen bütün devrimler son tahlilde sosyalist devrimlerdir” tespitini dile getiriyor. Buralarda devrimleri mümkün kılan etkenlerin başında da emperyalizm aşamasına girmiş olan kapitalist sistemin çürümesi olduğuna dikkat çekerek “Bizler çürüyen bir sistemi yarabildiğimiz yerlerden yararız. Bunu neden yapmayalım” sorusunu soruyor. “Ama uygulamada ne oldu noktasında 1930 sonrasından itibaren ağır eleştiri gerektiren uygulamalar da var tabii” diyerek sözlerini bağlıyor.

Tek ülkede sosyalizm yönelimi üzerine tartışmalarını buradan dinleyebilirsiniz...

Mar 12, 202154:45
Geleceğe Dönüş: Kadın ve Sosyalizm

Geleceğe Dönüş: Kadın ve Sosyalizm

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü yaklaşırken bu programda “Sosyalizm ve Kadın Sorunu” başlığını ele aldık. Mürüvet, Çiğdem ve Gülay yoldaşlarla tarihin en kadim ve yüzyıllar içinde birikerek katmerlenmiş meselesinin doğal olarak ancak bazı yönlerini konuşabildik. Bunların başında Marksist önderlerin kadın sorunu konusundaki katkıları geliyor.

Tarihte sınıflı toplumların ortaya çıkışının şafağında önce kadınlar köleleştirildi. Ve o günden itibaren kadınlar bütün sınıflı toplumlarda yok sayıldılar, baskı gördüler, ezildiler, köleleştirildiler. Sistemler değişti, üretim tarzları değişti, kadının konumu da biçimsel olarak değişti ama “öz” aynı kaldı.

İnsanlığın 10 bin yıllık serüveninin sadece sınıflar arası çatışma biçiminde değil, onun organik bir parçası olarak aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerinden şekillenen ikinci bir çatışmayla da iç içe geçtiği görülür. Bu tarihsel gerçeğe ilk olarak Marksizmim önderleri dikkat çektiler.

Bu gerçekten yola çıkarak ilk olarak Marksistlerin, bu son derece derin köklere sahip soruna yaklaşımı ve katkıları nelerdir konusunu konuştuk. Bu arada Marksizmin kadın sorununda zayıf ve yetersiz kaldığı ya da ona hak ettiği yeri vermediği yolundaki eleştiri ve iddialara değindik.

Marksizmin konuya ilişkin tek katkısının Engels’in ufuk açıcı çözümlemelerinden ibaret olmadığını, bunun bir başlangıç oluşturduğunu biliyoruz. Kadın ve erkek Marksistlerin ilerleyen yıllarda da konuya ilişkin teorik ve pratik açılımlar geliştirdikleri malum. Bu konuda hemen verilebilecek örnekler olarak Bebel'i, Clara Zetkin'i, Kollontay'ı ve tabii ki Lenin'in katkılarını ele aldık.

Dünyada bir çağ dönümü anlamına gelen Ekim Devrimi sadece Rusya'yı değiştirmedi, bütün dünya açısından tarihsel bir sıçrama demekti. Ekim işçi sınıfı ve emekçiler açısından başka bir dünya anlamına geliyordu.

Kadın sorununun çözümü doğrultusunda devrimin hemen ertesinde atılan ilk adım ve atılımlar muazzamdı. En başta kadını eve hapseden gerici aile kurumunun sarsılması hedeflendi. Devrimden sadece 4 gün sonra, kadın emeğinin ve annenin korunmasına ilişkin kararname, Aralık’ta evlilik ve aile ilişkileri ile ilgili kararname çıkarıldı ve arkası geldi. Kadının yüzlerce yıllık ezilmişliği, en gelişmiş kapitalist ülkelerde tahayyül dahi edilemeyecek dev adımlarla giderilmeye çalışıldı. 10 yıllık bir kesitte yapılıp edilenler partinin ve önderlerinin bu konuda nasıl büyük bir kafa açıklığı içinde olduklarını ve meseleye Marksist bir perspektifle yaklaştıklarını gösteriyordu.

Sonrasındaki kimi kırılma ve geriye gidiş anlamında yaşananlar ne olursa olsun hiçbir şey Ekim Devrimi’nin işçi sınıfı ve ezilen halklar için olduğu kadar kadın kitlelerine açtığı engin ufukların ve kazandırdıklarının önemini ortadan kaldıramaz.

Bu program Marksizm ve sosyalizmin kadın sorunundaki teori ve pratiği açısından bir “açılış”tı. Podcast dizimizin ilerleyen süreçlerinde konuyu değişik yönlerden ele almayı sürdüreceğiz.

Bu arada programımızı dinleyenlere finalde de bir sürprizimiz var.

Kadın ve Sosyalizm podcastini burada dinleyebilirsiniz...

Mar 05, 202155:39
H. Selim Açan, 'Sosyalizmin tarihteki yeri' konusunu Çiğdem Devran'la konuşuyor

H. Selim Açan, 'Sosyalizmin tarihteki yeri' konusunu Çiğdem Devran'la konuşuyor

Sosyalizm ve Geriye Dönüşler konusundaki podcast dizimizin dördüncü programı yayında. “Sosyalizmin tarihteki yeri”nin ele alındığı bu programın konuğu Çiğdem Devran.

Kapitalizm ile komünizmin özgürlük dünyası arasındaki geçiş halkasını oluşturan sosyalizmin “komünizmin alt/başlangıç evresi” olduğunun altını çizen Çiğdem Devran onu kendine özgü yasaları olan “bağımsız bir sistem” olarak düşünmenin yanlışlığına dikkat çekiyor.

Çiğdem Devran’ın “bir tür sırat köprüsü” olarak tanımladığı bu geçiş dönemini H. Selim Açan mitolojideki Janus başına benzetiyor. Buna bağlı olarak her iki konuşmacı da hem kapitalizme geri dönüş tehlikesinin sürekliliğine hem de kapitalizmden miras kalan eşitsizlik ve doğum lekelerinin bir çırpıda aşılmasını beklemenin haksızlığına dikkat çekiyor.

Sosyalizmi komünizm nihai amacından kopararak ele alıp “kendinde şey” olarak amaçlaştırmanın yanlışlığı üzerinde birleşen konuşmacılar, bunu hem teorik hem de pratik açıdan bir “kırılma noktası” olarak tanımlıyorlar. 20. Yüzyıldaki sosyalizmi inşa yönelimlerinin kapitalizme geriye dönüşle noktalanmasına yol açan süreçlerin bu kırılmayla başladığını belirtiyorlar.

Bu kırılmanın yansıması olarak komünizm nihai amacı doğrultusunda ilerleme perspektifinin değil kapitalizmle rekabet ve ona üstünlük sağlama yönelimin esas alınmasının hayatın her alanında hangi bozulmalara yol açtığına dair örnekler vererek hedefteki bu sapmayı geriye dönüş süreçlerinin başlangıç noktası olarak tanımlıyorlar.

Feb 26, 202146:28
H. Selim Açan, 'Sosyalizm insanlığa ne vadediyor?' konusunu Hasan Demir'le konuşuyor

H. Selim Açan, 'Sosyalizm insanlığa ne vadediyor?' konusunu Hasan Demir'le konuşuyor

H. Selim Açan’ın bu haftaki konuğu Hasan Demir

Sosyalizm ve geriye dönüşler konusunun değişik yönlerden ele alınacağı dizimizin “Sosyalizm insanlığa ne vadediyor” başlığını taşıyan ilk bölümü bu programla tamamlanıyor.

Komünizmin özünü “özgürlükçü komünal yaşam”ın oluşturduğunu vurgulayan Hasan Demir, onu bir yönüyle de  “zamanı ve mekanı insanlara vermek” olarak tanımlıyor.

Konuya girişte eşitlikçi komünal yaşam biçiminin sadece insanlığın değil bütün canlılar için doğal varoluş biçimi olduğuna dikkat çekiyor. Sınıfların ortaya çıkışıyla yitirilen bu “kayıp cennet” arayışını tarihsel bir perspektife oturtarak:

- Sınıflı toplumların başlangıcından Marksizme gelinceye kadar geçen sürede kendini gösteren arayış ve mücadeleler,

- Marksizmin ortaya koyduğu modern komünizm fikri-ufku,

- Komünizm fikrinin bugünkü somut tarihsel koşullarda gerçekleşme zemini

şeklinde üç ana başlık altında ele alıyor.

Bu bağlantı içinde Marksizmin kapitalizm eleştirisinin bilimsel ve devrimci karakterinin altını çizdikten sonra devrimci hareketin bugüne kadar onun kapitalizmi eleştiri boyutunu fazlasıyla öne çıkarırken modern komünizm boyutu üzerinde az durmuş olmasına dikkat çekiyor. Bu anlamda modern komünizm felsefesinin işlenmesi gereken bir cevher olarak önümüzde durduğuna işaret ediyor.

Sohbetin akışı içinde kapitalizmi yaratıcılığının yıkıcı karakteri yanında nasıl korkunç eşitsizlikler yarattığına  değinildikten sonra kendisini sadece kapitalizmin teşhiri ve eleştirisiyle  sınırlayan bir sosyalistlik iddiasının tek yanlılığı-kısırlığı üzerinde duruluyor.

Marksizmin doğasından kaynaklanan bir zorunluluk olarak sosyalizmde yenilenme düşüncesine kapalı bir Marksizm anlayışı ve sosyalizm savunusunun yanlışlığına dikkat çekilen sohbet, komünizmin başlangıç evresi olarak sosyalizmden ne anlaşılması gerektiğine dair alt çizmelerle noktalanıyor.

Dizimizin bu programını buradan dinleyebilirsiniz.

Feb 19, 202148:27
H. Selim Açan, 'Sosyalizm insanlığa ne vadediyor?' konusunu Muzaffer Doyum'la konuşuyor

H. Selim Açan, 'Sosyalizm insanlığa ne vadediyor?' konusunu Muzaffer Doyum'la konuşuyor

Geleceğe Dönüş podcast dizimizin ikinci programında da “Sosyalizm insanlığa ne vadediyor” konusu ele alınıyor.

H. Selim Açan, bu kez ’68 kuşağının emektarlarından Muzaffer Doyum’u konuk ediyor.

Kapitalizmin günümüzde Marx ve Engels’in öngörülerini dahi aşan boyutta bir zenginlik-sefalet uçurumu yarattığına dikkat çeken Muzaffer Doyum, öncelikle, “Biz sosyalistler aradan çekilecek olsak dahi insanlık bir biçimde yine sosyalizme yönelecektir. Çünkü eşitlikçi bir toplumsal düzen olarak sosyalizm dışında bir alternatif yoktur” görüşünü dile getiriyor.

Fakat eski sosyalist ülkelerin insanların gözünde çekiciliklerini nasıl yitirdiklerine de işaret ederek sosyalizmin yitirdiği itibarını yeniden kazanabilmesi için “tarihimizle cesur bir yüzleşme zorunluluğunu” vurguluyor.

Eski sosyalist ülkelerdeki bürokratik-revizyonist yozlaşmanın simgelerinden biri olarak Berlin Duvarı gibi sosyalizmin ruhuna ve tarihsel amaçlarına taban tabana zıt bit utanç abidesi inşa edecek kadar kendini kaybeden güvenlik paranoyasının mahkum edildiği sohbette, geçmişte yaşananları ele alırken inkarcılığa savrulmamanın iki temel koşulu olarak diyalektik materyalist yönteme sadakatle bilimsel sosyalizm öğretisinin devrimci özüne sadakatın öneminin altı çiziliyor.

Geleceğe Dönüş dizisinin ilk ana başlığını oluşturan “Sosyalizmin amacı-Sosyalizm insanlığa ne vadediyor” konusundaki ikinci sohbeti burada dinleyebilirsiniz...

Feb 12, 202154:36
H. Selim Açan, 'Sosyalizm insanlığa ne vadediyor?' konusunu Nabi Kımran'la konuşuyor

H. Selim Açan, 'Sosyalizm insanlığa ne vadediyor?' konusunu Nabi Kımran'la konuşuyor

Sosyalizm ve Geriye Dönüşler konusunu değişik yönlerden irdelemeyi amaçlayan Geleceğe Dönüş podcast dizimizin ilk programı yayında.

Programda “Sosyalizm insanlığa ne vadediyor” konusu ele alınıyor. Yazarımız H. Selim Açan’ın konuğu Nabi Kımran.

Nabi Kımran konuşmasında, insanlığın birlikte üretip ürettiklerini kardeşçe paylaştıkları komünal toplum düzeninin yabancısı olmadığının altını çiziyor. Asıl “anormal” olanın sömürüye dayalı sınıflı toplumlar olduğunu vurguluyor. Hikmet Kıvılcımlı’nın bir metaforunu aktararak, “insanlık tarihini 24 saat olarak kabul edersek bunun 23 saat 55 dakikası komünal yaşamdır. Sınıflara bölünme ve ondan kaynaklanan bütün belalar topu topu 5 dakikalık bir sapmadır. Komünizm ve onun başlangıç evresi olarak sosyalizm bu sapmayı ortadan kaldıracaktır” diyor.

Ufuk açıcı hoş benzetmelerle süslediği konuşması sırasında Kımran, ikinci olarak üretim araçlarını toplumun ortak malı haline getirmenin zorunluluğu üzerinde duruyor. “Biz kimsenin malına sarkmıyoruz, sadece bize ait olanı, bizden alınanı geri istiyoruz” diye bağlıyor sözünü .

H. Selim Açan ise öncelikle sosyalizmin özünün “özgürlük” olduğunu vurguluyor. Bilimsel sosyalizm öğretisinin kurucu önderlerinin de insanın insani özüne dönüşü anlamında onu “zorunluluklar dünyasından özgürlük dünyasına sıçrayış” olarak tanımladıklarını hatırlatıyor. Sadece siyasal özgürlük olarak darlaştırılmaması gereken bu özgürleşmenin, onu da içeren ama ondan çok daha fazlası olarak insanın her türlü yabancılaşmadan kurtulması olarak rehber alınmasının ilkesel anlam ve önemini vurguluyor.

Komünizmin başlangıç evresi olarak sosyalizmin insanlığa ne vadettiği ve bu vaadlerin gerçekleşme koşullarını bilimsel sosyalizm öğretisinin nasıl tanımladığı ekseninde süren sohbeti dinleyebilirsiniz...

Feb 05, 202150:06
Sosyalizm kapitalizmin alternatifi olmaktan çıktı mı?

Sosyalizm kapitalizmin alternatifi olmaktan çıktı mı?

Günümüzde sosyalizmin propagandası, insanlığa nasıl bir gelecek vadettiğini, bunu hangi ilkeler temelinde nasıl gerçekleştireceğini anlatmayı esas almak zorunda.

Bu gelecek vaadinin zihinlerde canlanmasını sağlayacak somut gelecek projeleri ortaya koymak zorunda.

Tabii bunun için önce sosyalizmin bir ‘yenilenme ihtiyacı’ içinde olduğu görülmeli.

Alınteri gazetesi olarak bu düşünceden hareketle Sosyalizm ve Geriye Dönüşler konusunu değişik yönlerden ele alacağımız bir podcast dizisine başlıyoruz.

Dizimiz her birinde 45 dakikayı aşmamaya çalışacağımız 30 bölümden oluşacak.

Jan 23, 202119:22