Skip to main content
Gerçek gazetesi

Gerçek gazetesi

By Gerçek

Sermayenin yalanlarına karşı işçi sınıfının gerçekleri
Available on
Apple Podcasts Logo
Google Podcasts Logo
Overcast Logo
Pocket Casts Logo
RadioPublic Logo
Spotify Logo
Currently playing episode

Sungur Savran: DİSK kongresinden yükselen ses

Gerçek gazetesiMar 14, 2024

00:00
05:04
Sungur Savran: DİSK kongresinden yükselen ses

Sungur Savran: DİSK kongresinden yükselen ses

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) 9-11 Şubat tarihlerinde toplanan 17. Kongresi öncesinde gazetemizin Şubat sayısında yayınlanan yazımızda kongrenin, hükümetin yerel seçimler sonrasında işçi ve emekçilere İMF’siz bir İMF programı ile taarruza hazırlandığı bir dönemde toplanmakta olduğunu belirtmiş, buna karşılık işçi sınıfı saflarında henüz ilk kıpırtılar halinde de olsa mücadele eğilimlerinin belirdiğine de işaret etmiştik. Bu mücadele eğiliminin en belirgin örneği olarak da 160 bin metal işçisinin o sektörün patron örgütü MESS’e karşı kararlı ve atak bir tarzda verdiği mücadele sonucunda elde ettiği ciddi kazanımı göstermiştik.

DİSK kongresine tam tamına bu mücadeleci ses damga vurdu. Birleşik Metal’in henüz 2023 Aralık ayında topladığı kongresinde başkan seçilen Özkan Atar, sendikası adına yaptığı konuşmada DİSK’in bütününü korumayı dikkatle gözetmekle birlikte yıllardır yürütülmekte olan politikadan çok farklı bir ufku işaret etti. Birleşik Metal başkanı, 160 bin metal işçisi adına konuştuğunu belirterek aslında Türk Metal tabanının da bu sefer gösterdiği kararlılığı sahiplendiğini, yani metal mücadelesinin toplu dinamiğine yaslandığını ilan ediyordu.

Atar’ın konuşması DİSK’in gelecek dönemde yürümesi gereken yol bakımından bütünsel bir eylem programını sergiliyordu. Yaklaşan dönemde enflasyonun düşmeden önce bir kez daha patlayacağı gerçeğine dikkat çekerek “yeni protokol/ek zam” mücadelesini şimdiden sınıfın gündemine yerleştirdi. Yani bizim sözünü ettiğimiz sınıf taarruzunu doğrudan hedef aldı. Vergilendirme alanında işçi sınıfının uğradığı soygun karşısında aktif bir hazırlıktan sonra İzmir’den Diyarbakır’a işçi sınıfının yoğunlaştığı her ilde vergi dairelerinin önünde oturma eylemlerinden, gerektirdiğinde işçi sınıfının diğer kesimlerini de katarak “günlük genel grevler”den söz etti Birleşik Metal başkanı. Asgari ücret için milyonları “tribünlerden sahaya indirecek” bir çalışmayı hedef olarak koydu.

Bu dinamiğin sesi, Birleşik Metal’in yalnızca başkanından gelmedi. Aynı zamanda tabanın sesine tercüman olan, şube yönetim kurulu üyesi ve kendi fabrikasının baştemsilcisi bir devrimci Marksist işçi, onyıllardır DİSK’e hâkim olan “sosyal diyalog” politikasının artık geride bırakılmasının, sınıf mücadelesi yöntemlerine dönülmesinin gerekli olduğunu berrak biçimde ortaya koydu.

Metal işçilerinin tek sınıf mücadeleci örgütü Birleşik Metal’in başkanının DİSK kongresine verdiği mesajın en önemli yanı ise, gür bir sesle sosyalizmi yeniden DİSK’in gündemine getirmesiydi. “Savaşsız, sömürüsüz, sınıfsız bir dünya özlemiyle, başta kendi ülkemizde olmak üzere, sosyalizmin adil düzeninin yerleşmesi için siyasi mücadelemizi her platformda vermek zorundayız.” DİSK kongresi kürsüsünden Türkiye’ye ilan edilen sınıf mücadelesi programının doruğu böyle formüle edilmişti.

İşçi sınıfı içindeki mücadele dinamiği yeni dönem için sosyalizmi de içeren bir programı ortaya koyarken, Türkiye sosyalist hareketinin ana partilerinin çoğunun işçi sınıfından nasıl kopmuş olduğu da bu kongrede yeniden ortaya çıktı. Seçim meydanlarında bir kısmı laiklik propagandasıyla yetinirken bir kısmı da modern küçük burjuvaziye ve eğitimli yarı-proleter katmanlara hitap eden bu partilerin bazıları DİSK kongresine gelmeye zahmet dahi etmemişlerdi! DİSK’in şanlı günlerinde, 1967’den 1980’e, sınıf mücadelesinin öncüsü bu konfederasyonla sosyalist hareketler arasında kurulmuş olan yakın ilişki hatırlandığında bu durum işçi sınıfı sosyalizminin Türkiye’de artık ne kadar nadir bir tür olduğunun çarpıcı bir tablosudur. Bu partilerden biri de kongreye temsilci göndermişti ama temsilci konuşma sırasını bekleyemeden çekip gitmeyi tercih ediyordu. Belki de CHP ile önemli bir seçim toplantısı vardı!

DİSK kongresinde şu ya da bu biçimde varlık gösteren sadece üç sosyalist parti vardı. Bizim partimiz Devrimci İşçi Partisi, işçi tabanından delegesinin konuşmasıyla, Genel Başkan Yardımcısı Levent Dölek’in delegelere hitabında söyledikleriyle DİSK’in içinde doğmakta olan yeni sınıf mücadelesi dinamiğinin bir parçası olduğunu ortaya koydu. Gelecek bu dinamiğin olacaktır.

Mar 14, 202405:04
DİP Bildirisi: Rant kavgasına oy yok! İş, aş, hürriyet için örgütlenmeyi ve mücadeleyi seçelim!

DİP Bildirisi: Rant kavgasına oy yok! İş, aş, hürriyet için örgütlenmeyi ve mücadeleyi seçelim!

31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlere bir tarafta AKP’nin diğer tarafta CHP’nin başını çektiği burjuva kamplarının rant kavgası damgasını vuruyor. Düzen siyaseti, emekçi halkı yine kimliklerine göre saflaştırıyor ve bu kimlik çatışmasından kendi rant kavgası için oy devşirmeye çalışıyor. İşçi sınıfı ve emekçi halk bu rant kavgasında taraf olmamalıdır.

6 Şubat depremiyle kapitalist sistem başımıza yıkıldı! Bu düzenin temsilcilerine tek oy yok! Düzenlerini başlarına yıkmak için örgütlenmeye ve mücadeleye!

Bu seçim 6 Şubat depreminden sonraki ikinci seçimdir. Deprem dünün değil bugünün ve yarının gündemi olmaya devam etmektedir. Yerel seçimin de en önemli konularından biridir. Depremde rant kavgasına dayalı sistemin ölümcül yüzünü de gördük. Deprem sarstı, yıkan bu sistem oldu. En az 53 bin insanımız bu sistemin enkazının altında kalarak can verdi. Şehirlerin insan yaşamına değil ranta ve kâra öncelik verilerek inşa edilmesinin sonuçlarını en acı şekilde yaşadık. Sadece 6 Şubat’ın vurduğu 11 il değil tüm Türkiye deprem bölgesidir. İstibdad cephesiyle Amerikan muhalefetiyle birlikte bu sistem toptan alaşağı edilmeden ne yaralar sarılabilir ne yeni katliamlar engellenebilir.


31 Mart’taki rant kavgasına karşı tepkimizi gösterelim! 1 Nisan’dan sonra yükselecek sınıf kavgası için örgütlenme ve mücadele seferberliğine!


Kayyımlara karşı işçilerin birliği ve halkların kardeşliği için mücadele!


Kapitalistlerin, müteahhitlerin, para babalarının ve onların partilerinin rant kavgasına karşı protesto oyu!


Sınıf mücadelesi doğrultusundaki adımları destekleyeceğiz!


Devrimci İşçi Partisi sermayeden, emperyalizmden, devletten bağımsız sınıf siyasetine, örgütlenme ve mücadele seferberliğine çağırıyor!

Rant kavgasına hayır!

Sınıf işbirliğine karşı sınıf mücadelesi!

Sermayenin saldırısına karşı örgütlü hazırlık!

İş, aş, hürriyet için örgütlenme ve mücadele seferberliği!

Mar 14, 202407:23
Armağan Tulun: Bir hürriyet mücadelesi olarak iş ve aş mücadelesi

Armağan Tulun: Bir hürriyet mücadelesi olarak iş ve aş mücadelesi

Seçimin hemen ardından işçi ve emekçileri ciddi bir kemer sıkma dayatmasının beklediği, kıdem tazminatı başta olmak üzere kazanılmış haklara saldırıların gündeme geleceği kimsenin inkâr etmediği bir gerçek. Sermaye zaten istiyor, iktidar da inkâr etmek bir yana bunu Orta Vadeli Plan’a yazarak ilan etmiş durumda. Bu saldırıyı püskürtmenin yolu örgütlenmekten ve mücadeleden geçiyor. Ve dün olduğu gibi bugün yaşanan mücadelelerin neredeyse hepsi, bu mücadelenin sadece bir ekmek mücadelesi olmadığını, aynı zamanda örgütlenme hakkına sahip çıkma anlamında bir hürriyet mücadelesi de olduğunu gösteriyor.

Çünkü sendikaya üye olmak anayasal bir hak ve bir tuşa basmak kadar kolay olduğu halde iş onunla bitmiyor. Sendikanın çoğunluğu yakalaması lazım. Çoğunluğu elde edince bakanlığın yetki tespiti gerekiyor. Yetki geldiğinde bu kez de patronun yetki itirazı, işkolu değişikliği gibi oyunları ile gündeme geliyor. Yetkinin mahkeme tarafından tescil edildiği durumlarda bile patron ne mahkeme tanıyor ne memleketin yasasını, anayasasını. Hâl böyle olunca da ekmeğine sahip çıkmak, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek için örgütlenen işçilerin neredeyse hepsi, karşısında sadece anayasa tanımaz sermayeyi değil, sermayenin çıkarına dokunmamak için yasaların çiğnenmesine göz yuman hatta çanak tutan istibdadı karşısında buluyor. İşte bu yüzden iş, aş mücadelesi hürriyet mücadelesi ile birleşiyor, birleşmek zorunda kalıyor.

Sadece son dönemde bile çok sayıda örnek var. Ankara Ostim’de bulunan Patiswiss fabrikasında Öz Gıda-İş sendikasında işçilerin örgütlenmesini kırmak için patron bir işçiyi işten attı. Patiswiss işçilerinin direnişi devam ediyor. Silivri’de bulunan Ekol Ofset’te patron, işçilerin DİSK Basın-İş’te örgütlenmesini kırmak için, küçülme bahanesiyle sendika üyelerini işten çıkarıyor. İşçiler sendikalaşma hakkına sahip çıkmak ve atılan işçilerin geri alınması için eylemlerine devam ediyor. İzmir Çiğli’de bulunan Iffco Turkey isimli gıda fabrikasında ise Tekgıda-İş sendikası geçtiğimiz aylarda örgütlendi, Ağustos ayında yetkiyi aldı. Patron yetkiye itiraz etti ama sendikanın toplu sözleşme yetkisi Aralık ayında mahkeme tarafından tescil edildi. Buna rağmen toplu sözleşme hakkını gasp etmeye devam eden patron, örgütlülüğü kırmak amacıyla bir yandan süreci uzatmak için istinafa başvururken diğer yandan 6 işçiyi de işten çıkardı. Yine Tekgıda-İş sendikası bir süre önce Eker Süt ürünlerinde örgütlenmiş, yetkiyi almıştı. Patron sendikanın Eker’in depolarında da örgütlenmesi gerektiği gerekçesiyle yetkiye itiraz edince Tekgıda-İş depolarda da örgütlenmeye başladı. Sonuç yine aynı: Örgütlenmeyi engellemek için işten çıkarma saldırısı. Ve nihayet İstanbul Esenyurt’ta bulunan Perfetti van Melle’de de durum benzer. Tekgıda-İş sendikası çoğunluğu sağladı, yetkiyi aldı, patron yetkiye itiraz etti ve sendikanın atadığı temsilcilerden birini işten çıkardı. O da yetmedi baskıyı arttırmak için mola yerlerindeki oturma alanlarını, bankları söktü, giriş çıkışlara, yemekhanelere kameralar yerleştirdi, işçilerin her hareketini izlemeye başladı.

Son dönemdeki örnekler derken devam eden mücadelelerden örnekler verdik. Bir de yine yakın zamanda yaşanan ve ama şimdi devam etmeyen, kazandığı için bu muharebesi sona eren bir örnekle bitirelim. Dilovası’ndaki Esitaş Elektrik’te de benzer bir durum yaşandı. Birleşik Metal-İş sendikası örgütlendi, yetkiyi aldı ve yetkinin ulaşmasının ardından patronun işten atma saldırısı geldi. Bu saldırıya Esitaş işçileri şalteri indirerek cevap verince atılan işçiler geri alındı. Esitaş işçisi kazanmanın yolunun işgal, grev, direnişten geçtiğini bir kez daha göstermiş oldu. Şimdi sıra Perfetti’de, Eker’de, Iffco’da, Patiswiss’te, Ekol Ofset’te ve nicelerinde! Onların mücadelesi hepimizin mücadelesi! İş, aş, hürriyet için örgütlenen, işgal, grev, direniş diyerek mücadele eden işçilerle dayanışmaya!

Mar 14, 202404:43
Başyazı: Rant kavgasına oy yok! Düzen siyasetinde oyalanmak yok! Sermayenin saldırısına karşı örgütlenme ve mücadele seferberliği var! (Mart 2024)

Başyazı: Rant kavgasına oy yok! Düzen siyasetinde oyalanmak yok! Sermayenin saldırısına karşı örgütlenme ve mücadele seferberliği var! (Mart 2024)

31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlere giderken burjuva partilerinin rant paylaşım kavgası sürece damgasını vuruyor. İşçi sınıfına ve emekçi halka bu kavgadan bir fayda yok. Ama bunu söyleyip duramayız. Bu kavganın arkasındaki sistemi görmeli ve taraflarını tanımalıyız. Devlet sistemi özünde yerel ve merkezî diye ikiye ayrılmıyor. Yereldeki belediyeler ve merkezdeki siyasi iktidar aynı devlet yapısının parçası, sadece yetki alanları farklı. Bu devlet yapısına hâkim olan sınıf da patronlar sınıfı, yani burjuvazi.

Türkiye’de yolsuzluklar merkezî ve yerel yönetimlerin tam bir iş birliği ve koordinasyonu içinde gerçekleşiyor. İmar planları ve her türlü ruhsatlandırma işlemi belediyelerle valiliklerin ortak denetimindedir. Belediyelerdeki imar izinlerinden, ruhsatlardan her türlü ihaleye kadar en tepede beşli çete diye bilinen oligarklardan başlayıp yerel müteahhitlere uzanan bir rant paylaşım sistemi kurulmuş durumda. Bu sistemin işlemesi için yerel yönetimle merkezî yönetimin tam bir koordinasyon içinde çalışması gerekiyor. Ama bu da yetmiyor, yasaların engel olduğu yerde kişiye özel yasa çıkarılması için meclisin de bu sisteme dahil edilmesi lazım. 22 yıllık iktidarında AKP’nin 8 defa imar affı çıkarmasının, ihale kanununu 198 defa değiştirmesinin arkasında işte yerelle merkezin bu iş birliği var. Yolsuzluk ve hırsızlığın hesabını tutan bir Sayıştay var, ama hesabını sorabilen bir yargı yok! Çünkü yargı da tümüyle istibdad rejimi tarafından zapturapt altına alınmış durumda. Milletin sırtından geçinen bu parazitler avantasını almadan ne metro için bir metre kazılıyor ne de sokağa bir kaldırım taşı konuyor. Erdoğan’ın Hatay’da yaptığı mitingde söylediği “merkezî yönetimle yerel yönetim dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez” sözleri işte bu rant paylaşım sistemini anlatıyor.

Önümüzdeki en önemli gerçek 31 Mart seçimlerinin hemen ardından, rant kavgasının ilk sonuçları açıklanır açıklanmaz Türkiye işçi sınıfına hızla ve artan bir ivmeyle dayatılacak olan kemer sıkma programıdır. Bu program Mayıs 2023 seçimlerinin ardından Mehmet Şimşek’in ekonominin başına getirilmesiyle hazırlanmış, Orta Vadeli Program adıyla duyurulmuştur. Sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesinden kıdem tazminatının gaspına kadar tüm saldırı paketi takvime bile bağlanmış durumdadır. En önemlisi de rant kavgasının muhalif kanadı bu saldırı programını rasyonel politikalara dönüş söylemiyle desteklemiştir ve destekleyecektir. Amerikan muhalefetini destekleyen TÜSİAD’ı da istibdad cephesinin arkasında duran MÜSİAD’ı da el birliği ile bu saldırıya hazırlanmaktadır. Emperyalist para babaları dolarları hazırlamış, istibdadın işçinin emekçinin ümüğünü sıkarak yaratacağı kaynağı kasasına indirmek için ülkeye girmeyi beklemektedir.

Devrimci İşçi Partisi’nin örgütlenme ve mücadele seferberliği çağrısı yerel seçimlere giderken de sürmektedir. Bizim seçim bürolarımız işçi direnişleridir, grevlerdir, fabrikalardaki, emekçi mahallelerindeki örgütlenme mücadeleleridir. Sermayenin saldırısına karşı direneceğimiz mevziler belediyeler değil sendikalardır, her türlü işçi ve emekçi halk örgütlenmesidir. Yöntemimiz işgal, grev, direniş ve nihayet genel grev olacaktır! O halde yerel seçimler büyük saldırıya karşı safları sıklaştırmanın vesilesi olmalıdır. Rant kavgasına oy yok! Düzen partilerine destek yok! Düzen siyasetinin çeperlerinde boş hayallerle oyalanmak yok! Rant kavgasına karşı sınıf kavgasını ve sınıf siyasetini yükseltmek üzere el birliği yapıp, safları sıklaştıralım!

Mar 13, 202406:53
Levent Dölek: Kadıköy komünizminden Gebze’de patron partisiyle ittifaka… Sınıf siyaseti ne değildir?

Levent Dölek: Kadıköy komünizminden Gebze’de patron partisiyle ittifaka… Sınıf siyaseti ne değildir?

Sınıf siyaseti dediğimiz zaman sadece işçilere gitmekten bahsetmiyoruz. Hele işçilerin dertlerinden, geçim sıkıntısından bahsetmekten hiç bahsetmiyoruz. Bu ekonomide işçinin, emekçinin, emeklinin geçim derdinden bahsetmeyeni döverler. Öyle ki AKP bile suçu fahiş zam yapan marketlere atıp bir muhalefet partisiymişçesine geçim sıkıntısından dem vuruyor. Yani mesele sadece işçiye gitmek değil, işçiyle birlikte sermayenin karşısına çıkmak. Fabrikalarda ve işyerlerindeki ekonomik mücadeleden başlayıp siyasetin tüm alanlarına kadar işçi sınıfının çıkarlarını sermayeye, emperyalizme ve devlete karşı savunmak!

Tabii işçilere gitmek de şart. Ama gerçekten sınıf siyasetinin anlamını kavrayan için “gitmek” yetmez. Sınıfın içinde mevzilenmek, siyasetin ana üssünü buraya kurmak ve sınıfın mevzilerinden tüm topluma seslenerek siyaset üretmek gerekir. 31 bin TL kira ortalaması olan, gelir ortalamasında ise İstanbul’un en zengin ikinci ilçesi olan Kadıköy’de “komünist” başkan çıkarırsanız bunun sınıf siyasetiyle uzaktan yakından ilgisi olmaz. Bu ilçede yaşamaya muktedir, okumuş etmiş modern küçük burjuvazinin hatta düpedüz burjuvaların “komünist” kimliğe sempatiyle bakmasını “komünizmin” bir potansiyeli olarak görmek, sağlıklı kırmızı yanakları ve parlak montlarıyla komünist başkanın dağıttığı bildirileri alan, onunla film artistiymiş gibi fotoğraf çektiren insanları, halkın ilgisi olarak değerlendirmek komik. Trajikomik olan ise bir de başka sosyalistlerin Maçoğlu’nu eleştirip onunla yarışa girmesi. Kılıçdaroğlu için tüm sola matematik (daha doğrusu aritmetik) anlatan TİP’e şimdi başkaları matematik anlatıyor. İnsan düşünmeden edemiyor. Şu siyasetin matematiği keşke her yerde elverse, Kadıköy’de olduğu gibi her yerde CHP’nin oyları AKP’yi üçe katlasa da sosyalistler aynı öz güvenle ve “bağımsız” siyasetleriyle halkın karşısına çıksalar... Ama işte memleketin demografik yapısı bizim Menşevik küçük burjuva sosyalistlerine her zaman Kadıköy’deki kadar cömert davranmıyor.

İşçi sınıfımızı cahil zanneden cahillerden olmayın. Sol fraksiyonların ayırdına varmıyor olabilirler ama hayatın matematiğini iyi bilirler. O matematikle bordrolar okunur, o matematikle ay sonu getirilir. O matematikle çocuklar büyür. Ayrıca işçi sınıfı çok iyi koku alır. İşçinin soldan uzak olması sadece muhafazakârlıktan değildir. İşçi sınıfı CHP’nin yanında durdukça solun üstüne sinen burjuva kokusunu bin kilometreden alır. Tersi de doğrudur. Biz sınıfa gitmeyi seçtik, sınıf içinde mevzilendik, fikirlerimizi yumuşatmadık, orak çekiçli bayrağımızı saklamadık, dediğimizle yaptığımız bir olsun diye uğraştık, sol kimliğe mesafeli olanların sınıf siyasetini nasıl benimsediğini, bağrına bastığını gördük. Bu yoldan yürümeye, örgütlenmeye ve mücadele etmeye devam edeceğiz. Sermayeden, emperyalizmden, devletten bağımsızlaşan düzen siyasetinden kopan sosyalistlerle sınıf siyasetinin yolunda buluşacağımızı umarız.

Mar 13, 202408:14
Ertuğrul Oruç: Sağlıkta piyasalaşma torba yasasını örgütlenme ve mücadele ile çöpe atarız!

Ertuğrul Oruç: Sağlıkta piyasalaşma torba yasasını örgütlenme ve mücadele ile çöpe atarız!

Şubat ayı başında Meclis Genel Kurulu’na gelen, sağlık alanına dair farklı kanunlarda önemli değişiklikler öngören yasa teklifi jet hızıyla 1 Mart’ta yasalaştı. Birçok farklı yasanın çok sayıda maddesinde değişiklikler getirdiği için kanun “torba yasa” diye anılmıştı. Her ne kadar farklı yasa ve maddelerde değişiklikler getirse de yapılan değişikliklerin amacı ortak: Sağlık alanının piyasalaşmasının önündeki engelleri kaldırmak, sağlık emekçilerinin örgütlenmesinin ve mücadelesinin önünü tıkamak.

AKP, 20 yılı aşkın iktidarı boyunca işçilere ve emekçi halka düşman, piyasaya dost pek çok icraat gerçekleştirdi. Elbette sağlık alanı da bundan çokça nasibini aldı. Sağlık piyasasının kârını arttırmanın yolu, sisteme daha fazla hastayı (piyasaya göre müşteriyi) çekmekten geçiyordu. Bu amaçla AKP iktidarı, halkın sağlığını hiçe sayarak koruyucu sağlık hizmetlerini arka plana itip, esas olarak vatandaşların polikliniklere başvurusunu teşvik ettiği bir sağlık ortamı yarattı. 20 yıl öncesine göre yaklaşık 3,5 kat daha fazla polikliniğe başvurulan bir sağlık sistemimiz var. Şu an polikliniklere başvuru talebi o kadar fazla arttı ki gelinen aşamada özellikle nüfus yoğunluğunun fazla olduğu büyükşehirlerde randevu bulunamaz hâle geldi.

Sağlık merkezlerine başvurudaki bu ciddi artışın sağlık emekçileri için anlamı muazzam bir iş yükü artışı oldu. Bu durumun sağlık emekçilerinde oluşturduğu memnuniyetsizliği gidermenin bir aracı olarak AKP iktidarı, performansa dayalı ücretlendirme sistemini hayata geçirdi. Geldiğimiz aşamada özellikle doktorların ücretinin önemli bir kısmı performansa dayalı durumda.

AKP iktidarı, yıldan yıla halkın daha fazla kendi cebinden harcama yaptığı bir sağlık sistemi yarattı. Sağlık emekçilerinin ise çalışma şartları kötüleşti, özlük hakları geriledi. İktidar, sağlık emekçileri mücadeleyi yükselttiğinde tavizler verdi, mücadele geriye düştüğünde ise sağlık emekçilerinin kazanılmış haklarına saldırdı. AKP iktidarı sağlık alanını piyasalaştırırken, sağlık emekçilerini atomize edip, yeri geldiğinde ikna, yeri geldiğinde zor yoluyla sistemi sürdürmeye çalıştı.

Bu yasalaşan torba yasa ile tarih tekerrür ediyor. İktidar, 31 Mart sonrasına hazırlık yapıyor. Sağlık piyasasına zeval gelmemesi için emekçilerin haklarına saldıran ve onların mücadelesini kırmaya dönük hamleleri hayata geçiriyor. Yasa; disiplin cezası alacak olan sağlık emekçilerinin ikinci bir ceza olarak teşvik (performans) ödemesinin kesilmesi, hastane kurullarının kurulup sağlık emekçilerinin “piyasa verimlilik kriterleri” üzerinden denetimini yapıp verimsiz olanları cezalandırılması, geçici görevlendirme süresinin 1 aydan 2 aya uzatılması gibi maddeler içeriyor. Sağlık piyasasının önünü açan ilaçların piyasaya çıkmadan önce değil de çıktıktan sonra denetlenmesi gibi pek çok madde de yasada mevcut.

Sağlık emekçileri, AKP iktidarı döneminde örgütlü oldukları emek-meslek örgütleri aracılığıyla kitlesel yürüyüşler, basın açıklamaları ve üretimden gelen güçlerini de gösterdikleri çok sayıda eylem ve gösteri gerçekleştirdi. Ne zaman mücadeleyi yükseltti, sonunda hep kazanım elde etti. Öyleyse gün AKP iktidarının çıkardığı sağlıkta piyasalaşma torba yasasının ve 31 Mart sonrası çıkacak olan daha kapsamlı torba yasaların ağzını büzüp tarihin çöp sepetine atmak için örgütlenmeyi arttırmanın ve mücadeleyi yükseltmenin günüdür.

Mar 13, 202403:53
Levent Dölek: Kamu emekçisi için grevli toplu sözleşme yoksa sendika da yoktur

Levent Dölek: Kamu emekçisi için grevli toplu sözleşme yoksa sendika da yoktur

2024 yılı başında KESK ve bağlı sendikaları kongrelerini tamamladılar ve yeni yönetimler belirlendi. Bu kongrelerde tartışmaların odağında olması gereken konunun grevli toplu sözleşme hakkı olması beklenirdi. Grevsiz toplu sözleşme olmaz. Olsa olsa tiyatro olur. Her iki yılda bir Ağustos ayında bu tiyatro oynanmakta, hükümet en fazla üyesi olan yandaş sendikayla danışıklı dövüş içinde kamu emekçilerinin kaderini belirlemektedir. Hangi sendika olursa olsun, kamu emekçisinin hizmet üretiminden gelen gücünü ortaya koyamadıkça üyelerinin ekonomik ve demokratik haklarını koruyamaz ve geliştiremez durumdadır. Bu sebeple de kamu emekçileri işçi sendikalarında olduğu gibi toplu sözleşmeden faydalanmak amacıyla değil, siyasal görüş ya da kimlik mülahazalarıyla sendikalara yaklaşmaktadır. Memur-Sen bu noktada hükümetin gayri resmi sendikası olarak ayrılmaktadır. Bu sendika idareyle iç içe geçmiş, kamu emekçilerinden kimisini mobbingle yıldırarak kimisini de kayırarak 1 milyon üyeye ulaşmıştır. Diğer sendikalar ise kimliklere göre bölünmüş durumdadır.

Ne var ki Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya dünya turu atılan, LGBT’lerden ekolojiye kadar sayısız konu tartışılan, örgütlenme çalıştaylarından tüzük kurultaylarına bir sürü toplantı kararı alınan bu kongrelerde tek tartışılmayan konu grevli toplu sözleşme hakkı oldu. Grev yapılmaması, yapılan tek grev olan sağlıkçıların 8 Şubat 2022 grevinin de gerçek bir grev gibi örgütlenememesi üzerinde hemen hiç durulmadı. Gelecekte kamu emekçisinin hizmet üretiminden gelen gücünü kullanabilmek, toplu sözleşme tiyatrosunu aşmak için neler yapılması gerektiği hiç tartışılmadı. Sadece mevcut yönetim yapısı değil muhalefette olan sendikal gruplar da bu meseleleri hiç gündeme getirmedi.

Elbette sendikanın gerileyişi ve üye kayıpları da gündeme geldi. Ama bu konu da genelde sınıfsal bir perspektifle değil kimlikçiliğin iki ucunda tartışıldı. Bir taraf Kürt hareketinin post-modernizmden etkilenmiş özgün analiz ve politikalarını sendikal krizin aşılmasına bir reçete gibi sunarken, Kürt illerindeki üye sayısındaki artışı örnek gösterirken diğer uçta sanki Kürtler görünmez hale gelse kamu emekçileri içindeki şovenist önyargılar kendiliğinden aşılacak, herkes yine KESK’e koşacak gibi bir hava esiyor. Oysa sınıf mücadelesine odaklanan bir perspektif tartışmanın merkezine grevli toplu sözleşme hakkını koyardı. Kamu emekçisinin en genel ekonomik ve demokratik taleplerini fiili meşru mücadele ve grevle alacak bir mücadele hattına odaklanırdı. Mesele kimlik değil sınıf çıkarı olursa Kürtlerin varlığı zaaf değil güç olur. Şovenizmin etkisi altındaki bir kamu emekçisi de grev günü geldiğinde memleket ayrımı olmadan herkesin greve katılmasını ister. En mücadeleci olanların kıymeti grev zamanlarında daha çok bilinir. KESK’e sınıf sendikacılığı hâkim olursa Türk ve Kürt emekçilerini birleştiren yapısının engel değil vazgeçilmemesi gereken bir kazanım olduğu daha net görülecektir.

Kongreler umut vermedi. Tek kazanım belki de sendikal grupların yönetimlerde daha güçlü bir temsiliyetle yer alacak olmasıydı. Her durumda önümüzdeki mücadelelere odaklanmak zorundayız. Memur-Sen’le danışıklı dövüşle belirlenen sözleşme, önümüzdeki altı aylık zam dönemlerinde kamu emekçisini enflasyona ezdirecek şekilde belirlenmiş durumda. Kamu işçilerinin Türk-İş’in hükümetle işbirliği yapması sonucunda belirlenen çerçeve sözleşmesinde de aynı yöntem uygulandı ve bu yüzden işçilerin isyan edişine hep beraber tanık olduk. Bu isyanın bir benzerini, bu yılın ilk yarısından itibaren, yıl sonuna doğru daha da yakıcı bir biçimde kamu emekçileri arasında da görebiliriz. Ne yapacağız? Basın açıklaması mı yapacağız? Randevu alıp bakanlıklara dosya mı sunacağız? Meclisin sözde muhalif düzen partilerini gezip lobi mi yapacağız? Emekçinin gücü dosyalardan, raporlardan, lobicilikten değil üretimden gelir. Ya grev yapacağız ya tiyatro oynayacağız! Şimdiden seçimimizi yapalım. Hazırlanmaya ve örgütlenmeye başlayalım.

Feb 07, 202404:13
Başyazı: İş, aş, hürriyet için örgütlenme ve mücadele seferberliğine çağrı! (Şubat 2024)

Başyazı: İş, aş, hürriyet için örgütlenme ve mücadele seferberliğine çağrı! (Şubat 2024)

TBMM 2024 yılı başında yaptığı iki oylama ile emperyalizmin ve istibdadın hâkimiyeti altında zincire vurulmuş olduğunu bir kez daha ilân etti. Hemen her gün 15 Temmuz edebiyatı yapanlar ABD isteyince edebiyatı bir günlüğüne kestiler. 15 Temmuz’un adını dahi anmadan AKP’si MHP’si CHP’si ile İsveç’in NATO’ya alınmasına evet dediler. NATO’cu subayların İncirlik’ten kalkan tankerlerden yakıt alarak bombaladıkları mecliste, NATO’ya ve ABD emperyalizmine bir kez daha biat ettiler! Aynı TBMM, Hatay Milletvekili Can Atalay’ın dokunulmazlığının düşürülmesiyle, sadece Anayasa’nın çiğnenmesine göz yummuş olmadı; aynı zamanda duvarında kocaman “hakimiyet milletindir” yazan genel kurul salonunda millet hakimiyetinin temellerine de kendi elleriyle dinamit koydu.

Oysa çok kısa bir süre önce hepsi, iktidarı da muhalefeti de emekçi halka seçimleri, ölüm kalım meselesi diye anlatmıştı. Köprüden önce son çıkış diyerek halkı kandıranlar köprüyü geçer geçmez ilk virajda direksiyonu Beştepe’ye kırdılar. CHP ve sabık Millet İttifakı partileri ekonomide rasyonel politikalara dönüyoruz diye Mehmet Şimşek’in amigoluğuna soyundu. Meral Akşener, Devlet Bahçeli’nin yerine göz dikip faşistlik yarışına başladı. Gelecek ve Deva, Erdoğan’ın yeni Anayasa girişimine dâhil olmak için kuyruğa girdi. Çözüm diye sundukları, ölüm kalım meselesi diye anlattıkları, şaibelerin karşısında sahip de çıkmadıkları hesap da sormadıkları o sandıklardan çıkan meclisin hâli ortada.

Şimdi aynı partiler gelip işçiden emekçiden belediye seçimleri için oy istiyorlar. Emekçi halka kendi rant kavgalarında taraf olmaları için yeni yalanlar söylüyorlar. Bugün nasıl genel seçimlerden sonra NATO’ya biat etmekte, Mehmet Şimşek’in kemer sıkma programında, Can Atalay’ın meclisten atılmasına göz yummakta anlaştılarsa yarın da yerel seçimlerden sonra belediye meclislerinde rant ve talan kararlarını birlikte çıkartacaklar.

İşçi sınıfı ve emekçi halkımız için başka bir yol var. Devrimci İşçi Partisi’nin ısrarla ve inatla çağırdığı yol! Bu yol örgütlenme ve mücadele etme yoludur. Sadece biz bu yolu işaret etmiyoruz. İşçi mücadeleleri de bu yolu aydınlatıyor. Her grev her direniş bir okuldur ve öğretiyor. Örgütlü olan masaya yumruğunu vurabiliyor. İşçi birlik olursa bileğini patron da istibdad da bükemez. İşçi örgütlü mücadeleyle ücret zammını, sosyal haklarını, ikramiyesini söke söke alıyor. Kavel’lerden Bekaert’lere grev yasakları grevle yırtılıp atılıyor. Örgütsüz olan işsizliğe ya da asgari ücretle açlığa mahkûm… Örgütsüz olanın canı pamuk ipliğinin ucunda… Örgütsüz olanın işi patronun iki dudağı arasında… Örgütsüz olan için kapı hep orada! İşsizlik ve sefalet var o kapının ardında. Örgütlü olan için ise o kapıdan işgale, greve, direnişe de çıkılır. Haklar verilmez söke söke alınır.

Zincirli meclisten ve düzen siyasetinden medet ummayı bırakmalı ve kendi zincirlerimizi kırmak için örgütlenmeliyiz. İşçi ve emekçiler için atadan, dededen kalma tuttuğu partinin daha çok oy almasının iş, aş, hürriyet getirdiği olmamıştır. Ama daha örgütlü olmak, daha fazla mücadele etmek öyle değil. İşçinin aldığı her hak örgütlü mücadeleyle alınmıştır, öyle de korunacaktır. Sermayenin elinden her kuruş örgütlü mücadeleyle alınmıştır yine öyle alınacaktır. En önemlisi de memlekete hürriyet işçi sınıfı ve emekçi halkın örgütlü mücadelesiyle gelecektir.

İşçi, emekçi arkadaş! Devrimci İşçi Partisi seni iş, aş, hürriyet için bu yolda örgütlenme ve mücadele seferberliğine çağırıyor!

Feb 07, 202403:57
Yerel seçimlerde rant kavgasına hayır! Sınıfla buluşmaya, sınıfı örgütlemeye, sınıf siyasetini inşa etmeye devam!

Yerel seçimlerde rant kavgasına hayır! Sınıfla buluşmaya, sınıfı örgütlemeye, sınıf siyasetini inşa etmeye devam!

31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlere her zaman olduğu gibi düzen partilerinin rant ve ihale kavgası hâkim olacak. Düzen partilerinde sadece belediye başkan adaylıklarında değil özellikle belediye meclis üyeliklerinde de müteahhitler, para babaları ve onları temsil eden avukatları sıraya girmiş durumda.

Rant kavgasının şampiyonları: Ekrem İmamoğlu, Murat Kurum ve diğerleri

Rant kavgasının en ön safında İstanbul Büyükşehir Belediyesi için yarışan Ekrem İmamoğlu ve Murat Kurum bulunuyor. Her ikisi de partilerinin en ünlü müteahhitleri. Başarıları ülkeyi beton yığınına dönüştürmekten, bunu yaparken de kendisi gibi müteahhitlerin ve para babalarının servetine servet katmaktan ibaret.

Bu rant kavgası üç aşağı beş yukarı tüm illerde aynen devam ediyor. Tabii ki bu rant kavgası açıktan değil kimlikler ve kimlikçilik üzerinden devam ediyor. Düzen partileri halka faşistler arasından faşist beğendirme yarışında. Aynı zamanda her şehirde Kürtlerin oyuna da talipler. Ama Kürtleri eşit gören, Kürdün hakkını gerçekten savunan yok.

Kürt hareketinin kent uzlaşısı da üçüncü yolu da düzen siyasetine çıkıyor

Dem Parti olarak seçimlere girecek Kürt hareketi ise düzen siyaseti ve düzen partileriyle uzlaşmanın farklı yol ve yöntemleri arasında gidip geliyor. Bu yolda CHP’yle yürümenin adı “kent uzlaşısı”, AKP’yle yeni bir açılımın yolunu aramanın adı ise “üçüncü yol” olarak karşımıza çıkıyor.

Sosyalistler yüzünü işçi sınıfına dönmeli ve düzen siyasetinin dışına çıkmalı

Bu manzara içinde sosyalistlerden bu düzenin ve düzen siyasetinin dışına çıkması beklenirdi. Devrimci İşçi Partisi bu doğrultuda “işçi kentlere işçi başkanlar” perspektifiyle ortak hareket etme çağrısını uzun süredir savunmaktaydı. Ne var ki bu çağrımız hiçbir şekilde karşılık bulmuş değil. Sosyalist hareketin bir bütün olarak siyasetinin merkezine işçi sınıfını almamış olduğu gerçeği ortadadır.

Sosyalistler genelde de yerelde de Menşevikleşmeye devam ediyor

Türkiye İşçi Partisi pek çok ilde aday çıkarıyor. Ama bu adaylıkların en önemli kriteri CHP’nin ayağına basmamak. Sosyalist hareket ana gövdesiyle işçi sınıfından kopuk olmaya devam ediyor. “Komünist başkan” lakaplı Dersim Belediye Başkanı Fatih Maçoğlu’nun Kadıköy adaylığı sanki sosyalistlerle işçi sınıfının arasında iyice incelmiş bağı da toptan kopartmak için kasıtlı bir çaba ya da güldürmeyen kötü bir şaka gibi. TKP bu adaylığa sahip çıkarken yaptığı propagandada sosyalistlerin bağımsız tutumunu ısrarla vurgulayarak son seçimlerde Kılıçdaroğlu’na verdikleri desteği unutturmaya çalışıyor. Bu adaylık da öyle CHP’den ayrı durmayı, komünistlerin bağımsız siyasetini falan ifade etmiyor. 2019’da CHP’nin yüzde 66, AKP’nin yüzde 19 aldığı, oylar üçe bölünse bile CHP’nin kazanacağı Kadıköy’de CHP’li burjuvaların canını sıkmayacak, düzen siyasetine renk katacak bir “komünist” adaylık söz konusu.

Sosyalizmin sınıftan kopartılmasına ve bir kimliğe dönüştürülmesine hayır!

Türkiye sosyalist hareketi, sosyalizmin sınıfsal çıkarlarla buluşması gereken yerlerde yokları oynuyor. Sosyalistlerin kimlik temelinde karşılık bulduğu yerlerde ise (Dersim, Hatay, Kadıköy gibi) kıyasıya bir rekabet almış başını gidiyor.

Akıntıya karşı kürek çekmeye, sınıfta ve sınıf siyasetinde ısrar etmeye devam!

Yerel seçimlere rant kavgasının damga vurduğu, düzen siyasetinin Kürt hareketini ve sosyalist solu kendi içinde daha fazla erittiği bir süreçte, bu gidişata direnmek, ısrarla ve inatla işçi sınıfının bağrında, işçi sınıfı siyasetini inşa etmek için mücadele etmek gerekmektedir. Öte yandan sosyalizmin düzen siyaseti tarafından soğurulmasına, sosyalizmin işçi sınıfından büsbütün kopartılarak, modern küçük burjuvaziye dayanan bir kimlik hareketine dönüştürülmesine karşı direnmek vazgeçilmez bir görevdir. Devrimci İşçi Partisi’nin tüm siyasetine olduğu gibi yerel seçimlere yönelik alacağı tutumlara ve atacağı adımlara da bu perspektif yön verecektir.

Feb 06, 202408:43
Sungur Savran: DİSK Kongresi’ndeki asli görev

Sungur Savran: DİSK Kongresi’ndeki asli görev

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) 9-11 Şubat tarihleri arasında düzenlenecek 17. Kongresi ilginç bir döneme rastlıyor. En önemlisi şu: Bir sendikal kuruluş açısından belirleyici bir kavşağa yaklaşıyoruz: Bu kavşak bazılarının sandığı gibi, 31 Mart yerel seçimleri değil. Bu kavşak, o seçimlerin hemen ardından, Recep Tayyip Erdoğan’ın başkomutanlığı altında, Mehmet Şimşek’in kurmaylığında, iktidarın, muhalefeti de yanına alarak işçi sınıfına ve geniş emekçi kitlelere karşı başlatacağı büyük taarruz. Bir İMF’siz İMF dönemine giriyoruz.

İşçi sınıfı cephesinde ise ilginç kıpırtılar var. İlk dikkati çeken, MESS sözleşmesi bağlamında metal sektöründe görülen direnç. MESS’in yüzde 35’ten açtığı pazarlığı “şerefini kurtarmak” için yüzde 100’ün üstüne çıkmadan ama yüzde 98 gibi çok yüksek bir düzeyde bitirmek zorunda kalmasının nedeni işçi sınıfı cephesinde görülen değişiklik. Bir kere sadece Birleşik Metal hiç geciktirmeksizin grevi ve grev tarihini ilan etmedi. Türk Metal de onunla yarışa çıkmak, hatta medya yalanları aracılığıyla sanki grevi ondan önce ilan etmiş olma payesini kazanmak istedi. Birleşik Metal ise, çiçeği burnunda yeni yönetimi altında grev yasağını tanımayacağını, greve fiili olarak devam edeceğini açık seçik beyan etti. Bu, DİSK’in 17. Kongresine de bir deklarasyondur.

Gelişme DİSK’in tarihi boyunca belirleyici olmuş olan metal sektörüyle sınırlı değil. Kamu işçilerinin toplu sözleşme pazarlığında Türk-İş tabanında ciddi bir kaynaşmanın yaşandığı açık seçik görüldü. Özellikle Harb-İş ve Demiryol-İş tabanı Türk-İş Başkanı Ergün Atalay teslim bayrağını çekmeden önce sadece İstanbul, Ankara, Eskişehir gibi kentlerde değil, daha dikkat çekici biçimde Kayseri, Sivas, Sakarya gibi tutucu bir ideolojik atmosferin hâkim olduğu kentlerde de eylemler düzenledi. En son Türasaş işyerindeki kulak sağır edici çatal-kaşık senfonisi işçi sınıfının ağır ağır kıpırdanmakta olduğunu gösteriyor.

Son aylarda Anadolu’nun alışılmamış kentlerinde sendikalaşma konusundaki engellemelere karşı işçi sınıfı mücadelelerinin patlak vermesi de dikkat çekicidir. Gaziantep ve Şanlıurfa’da tekstilde yaşanan mücadeleleri, Rize’de enerji işkolunda bir mücadelenin izlemiş olması özellikle dikkat çekicidir.

Bunlara Ocak-Şubat 2022’de tümüyle örgütsüz işçi sınıfı kesimlerinde yaşanan ücret mücadelelerini de eklemek gerekir.

Demek ki, DİSK 17. Kongresine, burjuvazinin başlatacağı büyük taarruza karşı işçi sınıfı içinde harekete geçirilebilecek bazı dinamiklerin gözle görülebildiği bir ortamda gidiyor. Sınıf mücadeleleri tarihimize görkemli mücadele ve zafer sayfaları yazdırmış bu örgüte düşen, geçmişin ataletinden, sınıf işbirliğinden, Avrupa Birliği’nin (AB) beslemesi Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun “sosyal diyalog” çizgisinden koparak bu eğilimlere yaslanan bir sınıf mücadeleci doğrultuyu benimsemektir.

Metal sektöründeki mücadeleler DİSK’e yol gösterecek kutup yıldızıdır. Türkiye’nin genel tablosunda, İstanbul’da ve Ankara’da DİSK’le diyaloga açık bir TÜSİAD, iş Bursa’ya, Gebze’ye, Eskişehir’e gelince DİSK’in karşısına azılı bir düşman olarak çıkıyor. DİSK seçmelidir: TÜSİAD ve onun siyasi temsilcisi CHP müttefik midir yoksa hasım mı?

17. Kongre bu soruya henüz cevap veremez. Bunun önkoşulları henüz hazır değildir. Ama DİSK içinde TÜSİAD karşıtı kararlı bir mücadeleci dinamik olduğu bu kongrede tescil edilebilir. İşçi sınıfının bütün dostları ve örgütleri, bu mücadeleci dinamiğin bu kongrede, gelecekte DİSK önderliğine talip olacak güce kavuşabilecek bir tarz ve üslupla sesini yükseltip yükseltmeyeceğini izleyecektir.

Kongre sonrasında sınav ise, burjuvazinin iktidarı ve muhalefeti ile, MÜSİAD’ı ve TÜSİAD’ı ile yerel seçimler sonrasında başlatacağı taarruza karşı DİSK’in takınacağı tavırda yaşanacaktır.

Feb 06, 202405:23
Ertuğrul Oruç: TTB’ye ve tabip odalarına sahip çıkma zamanı

Ertuğrul Oruç: TTB’ye ve tabip odalarına sahip çıkma zamanı

2024 yılında bizi bekleyen tek seçim 31 Mart yerel seçimleri değil. Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) ve tabip odalarının da seçimleri bu yıl içinde olacak. Nisan-Haziran döneminde yapılacak olan bu seçimlere iktidar müdahil olacağı mesajını Sağlık Bakanı aracılığıyla verdi. Hekim sendikaları mesajı aldı ve harekete geçti. TTB’yi ve tabip odalarını, iktidarın arka bahçesi olmasına karşı başta hekimler olmak üzere tüm sağlık emekçilerinin sahiplenmesi çok önemli.

TTB, sağlığın; eşit, ücretsiz, nitelikli, ulaşılabilir, anadilinde, kamu eliyle verilmesi gerektiğini, ayrıca sağlık emekçilerinin güvenceli, sendikalı, grevli toplu sözleşme hakkının olduğu şartlarda çalışmasını savunuyor.

Biz, tabip odalarında örgütlenmeyi, sendikalaşmaya alternatif olarak görmüyoruz. Tamamlayıcı bir unsur olarak görüyoruz. Gelecekte hekimler, kamuda olsun özelde olsun, mücadele güçleri arttıkça üretimden gelen güçlerini kullanmak için mutlaka sendikal haklara ihtiyaç duyacaklardır. O nedenle hekimler mutlaka sendikalarda da örgütlenmelidir. Hekimleri üretimden gelen gücünü kullanma olanaklarından yoksun bırakma isteğini dile getirmektedir.

Aralık ayı sonunda, Hekimsen Başkanı Adil Kurban ise sosyal medya hesabından, tüm üyelerini TTB’ye üye olmaya çağırarak, üyelik için gereken tüm desteğin verileceğini, kayıt ücreti dışında bir ücret ödememelerini söyledi. Ocak ayı başında ise Hekimsen, “TTB ve Tabip Odalarının Kurtuluş Savaşını Başlatıyoruz” başlıklı bir bildiri yayınladı. Peki, Bakan sendika düşmanlığı yaparken, bir sendika olan Hekimsen’in Bakan’a göz kırpan bu çıkışlarını neye yormalı?

Hekim sendikalarının en önemli işlevi, hekimleri diğer sağlık çalışanları ile birlikte mücadele etmekten alıkoymak, kendi dar bencil çıkarları etrafında örgütlemektir. Mücadele ederek kazanma perspektifini, pazarlıkla elde etmeye indirgemektedir. Bu da hekimlerin uzun vadede alabilecekleri kazanımların azalmasına neden olmaktadır. Hekimsen başkanı da bakana “Biz tam da böyle bir sendikayız, iktidar ne derse onu yapacağız” demekte, bakanın uygun göreceği ulufeye talip olduğunu belirtmektedir. Ayrıca sendika içinde seçimleri yaptırmaması ve sendika kasasını tabip odası üyeliğine hasredeceğini açıktan söylemesi iktidarın desteğini aldığını göstermektedir.

Diğer hekim sendikalarından Tabip-Sen’in Hekimsen ile benzer düşündüğü görülmekte. Ayrıca söze gerek yok. Hekim Birliği Sendikası ise düşmanca bir tutum takınmış değil ancak İstanbul başta olmak üzere oda seçimlerine ayrı bir liste hazırlığında oldukları anlaşılıyor.

Biz buradan hekim sendikalarına üye olan olmayan asistan hekimlere, iş yeri hekimlerine, özel hekimlere, statüsü her ne olursa olsun tüm hekimlere çağrı yapıyoruz: TTB ve onun çizgisindeki tabip odaları hekimler başta olmak üzere sağlık emekçilerinin özlük haklarının korunmasının ve çalışma şartlarının iyileştirilmesinin teminatıdır. Bu örgütler sağlık hakkının savunulabilmesinin bir parçası ve gereği olan hürriyet mücadelesinin de yılmaz savunucusudur. Memleket yanarken hekimlerin özlük hakları da, çalışma şartları da iyiye gidemez. Mücadele etmeksizin, ulufe dilenerek de ne hakkımızı alabiliriz ne toplum sağlığını koruyabilir ne de memlekete hürriyeti getirecek yolda ilerleyebiliriz. TTB ve tabip odaları, bugün mükemmel işleyen örgütler olmayabilir, daha fazla hekim omuz verdikçe büyüyecek ve daha iyiye gidecektir. Ama önce sahip çıkma zamanı. İktidarın arka bahçesi olmaya hayır demenin zamanı.

Feb 06, 202405:09
6 Şubat depreminin halka acı ve sefalet, kapitalistlere bol kâr getiren bir yılı

6 Şubat depreminin halka acı ve sefalet, kapitalistlere bol kâr getiren bir yılı

Kahramanmaraş, Hatay, Gaziantep ve Adıyaman başta olmak üzere 11 ilde yıkıcı etki yapan 6 Şubat depreminin üzerinden bir yıl geçti. Resmî açıklamalara göre yıkılan bina sayısı 37 bin, hayatını kaybedenlerin sayısı 50 bin 783, depremde yaralananların sayısı 107.204 olarak belirtilmiştir. Bu depremde ailesini ve yakınlarını kaybedenler, evleri, ekmek kapıları yıkılanlar için hayatın normale dönmesi mümkün değil. Ancak bu bir yıl içinde depremin yaralarının sarılması için yapılması gerekenlerin ve yapılabileceklerin de halen uzağındayız.

Kapitalistlerin ve istibdadın yargısı katillerden hesap sormuyor

Katliama dönüşen depremde sorumluluğu olan müteahhit ve yapı sorumluları arasında 323 kişi tutuklandı. Ancak bir yıl dolmadan pek çok tahliye kararı da geldi. Yargılamalar “olası kast” suçlaması ile gerçekleştirilmiyor. Sorumluların “olası kast” ile cinayetten yargılanmaları, bu kişilerin emsal niteliğinde cezalandırılmalarını sağlayabilmek açısından önemli bir talep. Adıyaman’da Kıbrıslı genç sporcuların ölümü dolayısıyla ailelerin adalet arayışının kamuoyuna yansıdığı İsias Otel davası bu açıdan önemli bir mücadele alanı. Ayrıca deprem ile ilgili görülen yargılamalarda alışılageldiği üzere, izin ve denetimlerden sorumlu yöneticiler hakkında ve enkaz kaldırma ve arama kurtarma konusunda ihmali olanlar yargılanmıyor. Nurdağı Belediye Başkanı Ökkeş Kavak dışında tutuklanan bulunmuyor.

Kalıcı konutlar inşa edilmedi, çadır ve konteyner kentleri sel götürdü

Hükümet daha insanlarımız enkazın altındayken yeni konutların inşasına dair projeleri açıklamaya başlamıştı. Bir yıl içinde büyük bir kısmının teslim edileceği söylendi. Ancak bir yıl boyunca sürekli teslim tarihi açıklayan iktidar bir türlü konutları bitirip teslim etmedi. Yeni konutlar bir yana, konteyner ve çadır kentlerde en temel yaşam koşulları dahi sağlanamadı. Yaz ayları geçtikten sonbahar ve kış ayları başladıktan sonra sıklıkla görülen su baskınları başlı başına bir afete dönüştü. Enkaz kaldırma çalışmaları tüm uyarılara rağmen usulüne uygun yapılmadığı için depremzede halk uzun süre kanserojen asbest maddesine maruz bırakıldı.

Kapitalistler yıktı, katletti, kâr etmekten vazgeçmedi!

6 Şubat’ta deprem sarstı ama depremden etkilenen milyonlarca insanımız kapitalist sistemin enkazı altında kaldı. Kapitalist sistemin rant ve kâr mantığı ile inşa ettiği şehirler, emekçi halkın başına yıkıldı. Devletin açtığı bağış kampanyasını reklam fırsatı olarak gören kapitalistler 146 milyar lira bağış yapacağını vadedip sadece 85 milyar lira ödedi. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya bu paranın da 56,5 milyarının depremzedeler için harcandığını açıkladı. Geri kalan paranın akıbeti meçhul. Deprem sabahı borsada kağıtları tavan yapan inşaat ve çimento şirketleri bir yıl boyunca kârlarını katlamaya devam etti. Örneğin daha yıl bitmeden Nuh Çimento kârlarını 2 katına çıkardığını, Oyak Çimento da net kârını 2,5 kat arttırdığını borsaya bildiriyordu. Depremden yerli ve yabancı para babaları da kâr etti. Devlet bütçesinden 2023 yılında 762 milyar lira deprem için harcandı. 2024 bütçesinden de 1 trilyon lira ayrıldı. Devletin kaynaklarının depreme öncelik verilerek harcanmasına kimsenin itirazı olamaz. Ama devletin önceliği deprem ve depremzede olmadı. 2024’te bütçenin önceliği 1,2 trilyon lira ile yine faiz oldu!

Deprem sarstı sistem yıktı! Sistemi yıkmadan ayağa kalkamayız!

Depremin bir yılı bize felaketin depremden çok, insan hayatını değil rant ve kârı öne çıkaran kapitalist sistemden geldiğini gösterdi. Bu deprem ne ilkti ne de son olacak. Bu depremin yaralarını sarmak ve ayağa kalkmak için, gelecek depremlerin katliama dönüşmesine engel olmak için bu sisteme karşı mücadele etmeliyiz. Sorumlulardan hesap sorulmasını istibdadın yargısına bırakmadan halk olarak takip ve talep etmeliyiz. Kentleri, sermayeye kâr ve rant sağlayacak şekilde değil, emekçi halka sağlıklı ve güvenli bir yaşam sağlayacak şekilde inşa edecek bir işçi emekçi iktidarı için mücadele etmeliyiz.

Feb 06, 202404:52
DİP Bildirisi: Gücümüzü gerçeklerden ve işçi sınıfından alalım! Yerel yönetimleri değil işçi sınıfını kazanmaya odaklanalım!

DİP Bildirisi: Gücümüzü gerçeklerden ve işçi sınıfından alalım! Yerel yönetimleri değil işçi sınıfını kazanmaya odaklanalım!

Türkiye’de siyasetin seçimlerden ibaret olmadığı açıktır. Sosyalistler genel seçimle yerel seçimler arasındaki 10 aylık süreye düzen partileri gibi genel seçimden çıkıp yerel seçimlere hazırlanma dönemi olarak bakamazlar. Tam tersine hayat işçi sınıfı ve emekçi halkın hâkim sınıflarla siyasi olarak karşı karşıya geldiği dolaysız mücadelelerle doludur. Cumhurbaşkanlığı, milletvekilliği, genel ya da yerel fark etmeksizin her seçimde hatta her önemli siyasal olayda işçi sınıfına dayanan, devletten, sermayeden ve emperyalizmden bağımsız bir kutup inşası şarttır. Devrimci İşçi Partisi yaklaşan yerel seçimleri bu perspektifle ele almaktadır.

Genel seçimlerden sonra ilk işi halkın üzerindeki vergi yükünü arttırmak olan iktidar, kemer sıkma programını yerel seçimleri gözeten biçimde temposunu ayarlayarak uyguluyor. Gündemdeki asgari ücret zammı ne olursa olsun bu ücretin er ya da geç tekrar açlık sınırının altına düşeceğini ve işçi sınıfının daha büyük bir kesiminin asgari ücretli haline geleceğini biliyoruz. İşçi sınıfının bu açlık zincirini kırmasının tek yolu örgütlü mücadeledir. İşçi sınıfının örgütlü kesimleri açısından ise stratejik önemde bir muharebe yaklaşıyor. Bu muharebe alanı işçi sınıfının ve sermayenin en örgütlü kesimlerini karşı karşıya getiren MESS sözleşmesidir. Patronlar bir yandan sefalet dayatmasını sürdürürken bir yandan da işçi sınıfının kazanılmış haklarına göz dikerek bir savaş ilan etmiştir. Metal işçileri de grev hazırlıklarına girişerek bu daveti kabul etmiştir. Erdoğan’ın yeni iktidarı eskiden olduğu gibi bir MESS hükümeti olduğunu göstermeye, sınıf muharebesinde patronlar safında yer almaya hazırlanmaktadır.

İşte sömüren ve sömürülen sınıfların dolaysız biçimde karşı karşıya geleceği, işçi sınıfının yine dolaysız biçimde karşısında istibdad rejimini bulacağı bu muharebe, Türkiye siyasetinde bir ekmek ve hürriyet mücadelesini birleştirecek ve işçi sınıfını bağımsız bir siyasal kutup haline getirecek bir dinamiğe sahiptir. Bu muharebede metal işçilerinin, yasaklara karşı grev hakkını grev yaparak savunması ve zafer elde etmesi sadece açlık ve sefalet dayatmasının kırılması anlamına gelmeyecek, aynı zamanda yerel seçimler de dâhil olmak üzere Türkiye siyasetinde işçi sınıfının, tüm emekçi halkın ve ezilenlerin etrafında birleşeceği bağımsız bir kutup olarak yükselmesinin koşullarını destekleyecektir.

Tüm bu sebeplerle Devrimci İşçi Partisi tüm dikkatini bu önemli sınıf muharebesine odaklamış ve tüm sosyalist hareketi de dikkatini buraya yöneltmeye, yerel seçimlerde bağımsız bir sınıf kutbu yaratmak için sınıf mücadelesinin zaferi için çalışmaya çağırmaktadır...

Jan 10, 202409:03
Levent Dölek: Renault’da bir işçi çıkartmadan çok daha fazlası: “Uyanın, değişin, değiştirin!”

Levent Dölek: Renault’da bir işçi çıkartmadan çok daha fazlası: “Uyanın, değişin, değiştirin!”

Aralık ayında Renault fabrikasında bir işçi işten atıldı. Basında haber olmadı. Ama Renault bir süredir bu olayla çalkalanıyor. Levent Turgut. 25 yıl Oyak-Renault fabrikasına hizmet etmiş bir işçi. Fabrikadan birçok ödüller almış. Fabrika yönetimi tarafından da el üstünde tutulan, parmakla gösterilen bir kişi. Kimseyle bir sorunu yok. Neden işten atılmış olabilir ki? Binlerce işçinin çalıştığı fabrikada hemen hemen tüm işçiler tarafından tanınıyor ve çok seviliyor. Liderlik özelliklerine sahip, herkesin derdini dinleyen, sözü de dinlenen birisi… Türk Metal’i bilenler Türk Metal’li fabrikada çalışmış olanlar sanırım anlamaya başlıyordur.

Renault’daki son sendika seçimlerinde mevcut yapıya muhalif işçilerin başkan adayı oluyor. Seçimi mevcut yapı kazanıyor ama düşüncelerini ve eleştirilerini söylemeye, fabrikadaki işçilerin duygularına tercüman olmaya devam ediyor. Kendisine beyaz yakaya geçmesi için teklifte bulunuyorlar. Kesinlikle kabul etmiyor. İşyerinde ve sendikada yanlış giden şeyleri düzeltmeye kararlı. Ona güvenen insanları yüz üstü bırakmak istemiyor. MESS sözleşmesi süreci devam ederken, Türk Metal göstermelik eylemlere başlıyor, gelenek olduğu üzere sendika yöneticilerine konfetiler patlatılan yalakalık törenleri tertipleniyor. Levent Turgut “değişim şart” diyerek bir kez daha öne çıkıyor: “Uyanın, değişin, değiştirin!” Bir hafta sonra bir SMS ile “aidiyet duygusunu yitirdiği” gerekçesi ile işten çıkartılıyor.

Türk Metal’i bilenler ve Türk Metal’li fabrikada çalışmış olanlar artık “çok bile kalmış” diyorlardır. Bilmeyenler ve tanımayanlar ise hâlâ “sendika ve patron karşıt taraflar değil mi” neden sendikayı eleştirdiği için patron yaptırım uyguluyor diye soracaktır. Sormalıdır da! Cevabını bilenler de sormalıdır. Kimse bu düzene alışmamalıdır. Sormalıdır. Sorgulamalıdır. Levent Turgut atıldıktan sonraki bir paylaşımında soruyor: “Eğer beni işten çıkaran insan kaynakları ise sendika onlardan hesap sormalıydı. Ya da beni işten çıkaran sendikaysa insan kaynakları hadi ordan demeliydi. İkisi de olmadı. Sizce suçlu kim?”

43 yıl geriye gidelim! Evet! Suçluyu orada bulacağız. 12 Eylül 1980’de darbe olur. Bu darbe darbeci general Kenan Evren’in sözleriyle güya “kaybolan devlet düzenini yeniden tesis etmek üçün” yapılmıştır. Gerçekte ise 12 Eylül’ün anlamını dönemin Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin söylemiştir: “Şimdiye kadar hep işçiler güldü, artık biz güleceğiz!” 1980’den önce DİSK ve Maden-İş vardır. Bu sendika Kavel’de grev hakkını fiili “yasadışı” grevle kazanmıştır! Grev hakkını yasalara bileğinin gücüyle kazanarak yazdırmıştır. Bu sendikanın efsane lideri Kemal Türkler vardır. Maden-İş’te grevlerde, direnişlerde işçinin sevgisini ve güvenini kazanan işçilerden oluşan sendika kadroları ve yöneticileri vardır. Maden-İş “DGM’yi ezdik sıra MESS’te” diyerek ekmek ve hürriyet mücadelesine öncülük etmiş işçiyi güldürmüştür.

2015’te metalde esen fiili grev ve işgal fırtınası bu düzeni derinden sarsmıştı. O fırtınanın arka planında Türk Metal’e isyan bayrağını çekerek Maden-İş’in bugün devamı olan DİSK Birleşik Metal’e geçişlerin olduğu Bosch fabrikası ile MESS sürecinde Türk Metal sözleşmeye imza atarken Birleşik Metal’in greve çıkması, grev yasaklanmasına rağmen kazanımlar elde etmesi vardı. Birleşik Metal’in grevci fabrikaları ateşse Türk Metal’in örgütlü olduğu Renault gibi fabrikalar ise barut gibidir. Patronların ve sendika ağalarının korkusu ikisi bir araya gelmesin diyedir. Ama nafile Levent Turgut’lar bitmez, işçinin birliği ve mücadelesi engellenemez! Metal işçisi ayrı gayrı demeden birleştiğinde, grev hakkını grevle kazandığında sadece MESS’i değil, sefaleti dayatan 12 Eylül düzenini de ezip geçecektir. Ve o zaman hep birlikte şöyle diyeceğiz: “Şimdiye kadar hep patronlar güldü artık gülme sırası bizde!”

Jan 10, 202405:40
Sungur Savran: Yaşlı köstebek

Sungur Savran: Yaşlı köstebek

21 Ocak 2024 dünya işçi sınıfının en büyük önderlerinden Lenin’in ölümünün 100. yıldönümü. Partimiz Devrimci İşçi Partisi, bu yılı Lenin Yılı olarak ilan etti. Devrimci Marksizm dergisinin bir özel sayısıyla ve 21 Ocak’ta çevrimiçi bir uluslararası konferansla başlayacak olan anma ve eğitim faaliyetleri bütün yıl boyunca devam edecek.

Neden? Çünkü Lenin işçiler başta olmak üzere her yerde yoksul, sömürülen ve ezilen insanlığın kurtuluşu için mücadele etmiştir. Şubat 1917’de Rusya’da patlak veren devrimi Ekim ayında zafere ulaştıran ve ardından bütün Avrupa’ya ve Asya’ya yaymak için mücadele eden büyük önderdir. Türkiye işçi sınıfı da bu ismi kalbine yazmalı. Hem Türkiye’nin 1923’te padişahlıktan cumhuriyete geçişini sağlayan savaş ve devrimin en büyük destekçisi hem de ülkemizde devrimci işçi sınıfı partisinin kurulmasının ardındaki ilhamı ve ortamı yaratan büyük devrimci. Ama bunlardan da önemlisi, uluslararası proletaryanın önderi.

Bu yazıda Lenin’in bizi ilgilendiren yanı yaşlı köstebeği en iyi izleyen ve gördüğü yerde hemen tanıyan modern çağ devrimcisi olması. Kim ola bu “yaşlı köstebek” diye soracak olursanız, Lenin’in de önderi Marx’a geri dönmemiz gerekir. Marx, “köstebeği” devrimin koşullarının nasıl hazırlandığını anlatmak için kullanır. İlham kaynağı burjuva devrimleri çağının büyük şairi William Shakespeare ve felsefede diyalektik düşüncenin atası olan 19. yüzyıl başı feylesofu Hegel’dir. Shakespeare ile Hegel’de “yaşlı köstebek” simgesinin ortak özelliği, çok zahmetli bir işi, çok uzun bir süre boyunca yapmasıdır.

Marx ise köstebeğe devrim görevini verir. Köstebek “yaşlı”dır çünkü tarihin tamamı devrimlerle doludur. Devrim bir köstebek gibi uzun süre yer altında kazar da kazar. Toprak (yani sömürü düzeninin zemini) sonunda incelir, çöküşü bir darbede gerçekleşecek hale gelir. Sonra günün birinde tek bir hamleyle yeryüzüne huruç eder köstebek. Yani devrim o zahmetli işini bize çok fazla göstermeden, hatta hissettirmeden yapar. Marx Fransa hakkındaki ünlü bir incelemesinde (Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i) kimsenin gözüne görünmeden yapılmış bu çalışma sonunda devrimin aniden patlak vermesi karşısında insanın içinden şöyle haykırmak geleceğini ekler: “İyi kazmışsın, yaşlı köstebek!” Kendini yıllar boyu saklamış olan devrim artık yeryüzündedir, ışığa çıkmıştır!

Jan 10, 202412:41
Armağan Tulun: Hasibe Nine’nin torunlarıyız!

Armağan Tulun: Hasibe Nine’nin torunlarıyız!

Gerçek’in Ocak sayısı “Her fabrika Kavel olacak!” manşetiyle yayımlandı. Neden? Çünkü Türkiye’deki en büyük metal fabrikalarının patronlarından hakkını almak için on binlerce metal işçisi mücadeleye hazırlanıyor. Rekor kârlar yazan MESS patronları, işçiye sefalet sözleşmesini dayatırken istibdadın grev yasağına güveniyor. Kavel işçileri 1963 yılında grev yaptıklarında ortada grevin nasıl yapılacağını anlatan bir kanun yoktu, mecliste bekletiliyordu. Kavel grevi bu anlamda kanunsuz bir grevdi ve Kavel işçileri o grev sayesinde önce haklarını aldı, sonra grev kanununun meclisten geçmesini sağlayarak bütün işçi sınıfına grevi yasalarla da düzenlenen bir hak olarak kazandırdı. Metal işçisi 61 yıl önce Kavel’de de grev için kimseden icazet almamıştı, dün Bekaert’te, Schneider’de de grev yasağını tanımadı greve çıktı. İşte bu yüzden bugün de metal işçilerinin karşısına grev yasağı çıkarsa her fabrika Kavel olacak diyoruz! Olacak ve metal işçisi sadece kendi ücretini arttırmakla kalmayacak, grev hakkını da bir kez daha grevle savunacak, bir kez daha tüm işçi sınıfının yolunu açacak.

Kavel işçileri greve çıkmadan önce yapılan grev oylaması sırasında yaşanan bir diyalog, Kavel’in yolu açmasının ne demek olduğunu berrak bir şekilde ortaya koyuyor. Grev oylaması öncesinde sendikanın düzenlediği toplantıda sendika başkanı Kemal Türkler işçilere bu grevin sonunda hapse atılma ihtimali de dahil tüm riskleri anlattığı sırada bir işçi “Sadece ikramiye için bu kadar risk almaya değer mi?” diye soruyor. Cevap Kemal Türkler’den değil, işçinin kendisi de Kavel işçisi olan ağabeyinden geliyor: “Sadece ikramiye için grev yapmayacağız. Türkiye işçi sınıfının önünü açmak için grev yapacağız. Yasa mecliste. Fakat bir türlü çıkmıyor. Yasanın çıkması için belli insanların bir şey yapması lazım, onu da biz yapacağız. Sen var mısın, yok musun onu söyle?” Cevap elbette “Varım!”

Kavel işçisi greve çıktığında “Varım!” diyenler sadece tezgâh başında çalışan işçilerle de sınırlı kalmadı. Kavel grevi işçilerin kararlılığı kadar etrafında kenetlenenlerin sayesinde de kazandı. Tezgâh başındakilerin hepsi erkekti belki ama işçilerin eşleri, çocukları, anaları da onlarla birlikte Kavel grevinin kahramanları olarak adını tarihe yazdırdı. Gün geliyor üç oğlu Kavel işçisi olan Hasibe Nine gibi grevi bastırmak için fabrikaya gelen valinin yakasına yapışıp bu çocukların kılına dokundurtmam diye meydan okuyordu. Gün geliyor içeriden mal çıkartmak için yüklenen kamyonların önünde kadınlar ve çocuklar etten duvar örüp grev kırıcılığa geçit vermiyor ve 3 Mart 1963 tarihli Cumhuriyet gazetesinde grevci bir işçinin anlatımıyla şu satırların yazılmasını sağlıyordu: “Bu sabah kablo yüklü üç kamyonun dışarıya çıkarılacağını öğrendik. Grev yaptığımıza göre buna mâni olmamız lazımdı. Fakat bunu bizler değil, grevimize bizzat iştirak eden eşlerimiz yaptılar. Kadınlarımız fabrikanın önünde barikat kurdular. Ancak hadise mahalline gelmiş bulunan çevik kuvvet ekipleri kadınları dağıtıp kamyonların dışarı çıkmasını temin etmek isteyince, kavga çıktı. Polislerle kadınlar birbirlerine girdiler.” Haberde işçiden aktarım burada bitiyor, haberi yazan muhabir şöyle devam ediyor: “Olay sebebiyle fabrikadan kablo yüklü üç kamyonun dışarı çıkarılması mümkün olamamıştır.”

Bugün metal işçileri işgal, grev, direniş diyor. Fabrika fabrika grev eğitimleri, grev hazırlıkları yapılıyor. Ve Kavel’de olduğu gibi sadece ellerini şaltere uzatacak metal işçilerine değil, hepimize görev düşüyor. Onlar grev hakkını grevle savunduğu zaman, her fabrika Kavel olduğunda, hepimiz de Hasibe Nine’nin torunlarıyız diyelim. O gün olduğu gibi, bu kez fabrika fabrika çoban ateşlerini yakalım, Kavel işçilerinin eşleri gibi, mahalle halkı gibi o ateşin başında kenetlenelim.

Jan 10, 202404:36
Ertuğrul Oruç: Metal işçileri kazanırsa sağlık emekçileri de kazanır

Ertuğrul Oruç: Metal işçileri kazanırsa sağlık emekçileri de kazanır

Geçen ay köşe yazımızda TTB (Türk Tabipleri Birliği) Merkez Konseyi’ne kayyım atanmasını protesto etmiş ve TTB’ye destek vermiştik. TTB, bir doktor örgütü olarak kurulmuş olsa da sağlığı işçilerin ve emekçi halkın çıkarına yorumlamış işçi sınıfı müttefiki bir meslek örgütüdür. TTB’ye göre sağlıklı olmanın koşulu yalnızca sağlık merkezine gidip muayene olduktan sonra ilaç alabilmek değil, aynı zamanda kötü şartlarda yaşamamak ve çalışmamaktır. MESS gündemi, yalnızca metal işçilerinin değil Türkiye’de çalışan işçi ve emekçilerin tamamını ilgilendiren, pek çok başka hakların yanında yaşama ve çalışma şartlarının iyileştirilmesi yönünde çok önemli yeri olan bir mücadele gündemidir.

Memlekette gündem yoğun. Ancak çoğu yapay gündem. Bir de memleketin gerçek gündemleri var. Örneğin 2024’ün asgari ücret tespit gündemi böyle gerçek bir gündemdi. İktidar, patron sendikası ve Türk-İş yönetimini yanına alarak işçiye sefalet ücretini dayattı. Şimdi ise önümüzdeki gerçek gündem MESS gündemidir.

Sanayi işçilerinin sınıf mücadelesi içindeki stratejik önemi kapitalizmin başından beridir devam etmektedir. Türkiye için de bu tahlil aynen geçerlidir. Tarihî dönüm noktası hiç kuşkusuz Kavel grevidir. Grev hakkının yasak olduğu dönemde grev hakkını 1963 yılında yaptıkları grevle kazanan işçiler bir metal fabrikası olan Kavel’de çalışan işçilerdi. 12 Eylül darbesine kadar, işçi sınıfının ayakta olduğu yıllarda sanayi işçilerinin, özel olarak da metal işçilerinin yeri çok önemli olmuştur.

Keza yakın tarihimizden, “metal fırtına” olarak bilinen 2015 yılında gerçekleşen büyük fiilî metal grevleri örnek verilebilir. MESS ile yapılan görüşmeler tıkanınca metal işçileri greve çıkmış, grev dalga dalga fabrikalara yayılarak işgallere evrilmişti. İşçiler; patronları ve patron yalakası sendikacıları fabrikalarından kovmuştu. Esas önemli nokta: Tüm bu eylemler süresince memleketin gündemi işçinin gündemi olmuş, sadece metal işçilerinin değil tüm işçilerin gözü kulağı bu greve çevrilmişti.

Patron sendikası MESS’e bağlı metal fabrikalarında çalışan işçi sayısı 160 bin civarında olup Türkiye’de toplam ücretli çalışan sayısı ise yaklaşık 15 milyondur. Yani MESS fabrikalarında çalışan işçilerin, toplam çalışanlara oranı yaklaşık %1’dir. Sayılar yalan söylemez ancak sınıf mücadelesi sayılardan büyüktür. MESS gündemi o kadar kritik bir yerdedir ki iktidar, bunu doğrular şekilde greve gidilmemesi için daha şimdiden arka kapılarda tehditler savurmakta, greve gidildiğinde ise grevi yasaklamak için planlar yapmaktadır. Yerel seçimler öncesinde MESS gündemi iktidarın zayıf karnıdır. Metal işçileri bu zayıf karna olanca gücüyle yüklenmek için uzunca bir süredir çalışmalarını sürdürüyor. Onlar üzerlerine düşeni yapacaktır.

Özelde veya kamuda çalışan sağlık emekçileri de yeni yıla sefalet ücreti ile girdi. Sağlık alanında, kamuda grev hakkımız var ama yasal olarak tanınmamakta. Özelde ise toplu iş sözleşmesi yapacak sendikal örgütlülük bulunmadığı için grev hakkı kâğıt üzerinde kalmaktadır. Eylül ayındaki köşe yazımızda sağlık alanında grev hakkının Kavel işçilerinin yolundan gidilerek kazanılabileceğini yazmıştık. Bugün metal işçileri yeni Kavel’ler yaratma yolunda. Sağlık emekçileri, metal işçilerinin kazanımlarından güç almak ve grev hakkını grevle kazanacağı mücadelelere girmek için bugün metal işçilerine MESS’e karşı mücadelelerinde elinden gelen desteği vermelidir.

Jan 10, 202403:44
Başyazı: İşçilerin birliği sermayenin iki paralık düzenini yenecek! [Ocak 2024]

Başyazı: İşçilerin birliği sermayenin iki paralık düzenini yenecek! [Ocak 2024]

2023’ü asgari ücret gündemiyle bitirdik. 2024’ü MESS grevleri gündemiyle açıyoruz. Sınıf kavgası durmaksızın devam ediyor. “Algı operasyonları” da bu kavganın bir parçası ve sermayenin en çok kullandığı yöntem. Örneğin asgari ücretin 2 lirası en çok tartışılan, insanların en çok sinirine dokunan konulardan biriydi. Çarşıda pazarda fiyat etiketlerinde 99 rakamını görmeye alışmış olan herkes asgari ücretin kuyruğuna eklenmiş 2 liradan da aynı mesajı aldı. Ama asgari ücretin kuyruğuna eklenmiş 2 liradan çok daha büyük algı operasyonları var.

Patronlar sendikası TİSK’in Başkanı Özgür Burak Akkol asgari ücretin 17.002 lira olarak açıklandığı toplantıda “imkânı ve gücü olan işverenlerimizi bunun üzerinde ücretler vermeye de teşvik ediyoruz” dedi. Ama sadece günler sonra TİSK’e bağlı Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) grup sözleşmesi kapsamında metal işçilerine asgari ücretin sadece yüzde 5 üstüne çıkan bir teklif verdi. İmkân da güç de MESS patronlarında fazlasıyla var! Bu şirketler içinde net kârlarını yüzde 100’den daha az arttıran yok! Türkiye’nin ilk 500 şirketinin toplam kâr artışı yüzde 245! Ama verdikleri yine asgari ücret. Hesap ortada! “İmkânı olanın” bize lütufta bulunmasını bekleyecek değiliz! Hak verilmez alınır!

Metal işçisi bu kârları ekonomi bültenlerinden görmedi. Kendilerine sefalet zammı dayatanlara her gün neler kazandırdıklarını gayet iyi biliyorlar. O kârlar her gün her vardiyada bantlarda, tezgahlarda onların ellerinin arasından geçti. Şimdi işçiler MESS dayatmasına hayır diyor. Greve hazırlanıyor. İşçiler “açlıktan ölmeyiz biz bu yoldan dönmeyiz” diyor. Greve çıktıklarında kendilerine dayatılan sefalet ücretini almayacak, patronların başına çalacaklar.

Bileklerinin gücüne değil iktidarın bu grevleri “millî güvenlik gerekçesi” ile yasaklayacak olmasına güveniyorlar. “Fabrikalar durursa ekonomi batar, vatan millet tehlikeye düşer” diye propaganda yapacak olan istibdad medyasına güveniyorlar. Oysa aynı fabrikaların birçoğu, Covid salgınını, tedarik zincirlerini bahane edip yeri geliyor günlerce hatta haftalarca üretimi durdurabiliyor. Bu dönemlerde işçilerden ücret ve yıllık izin kesintileri yapıyor. İşten çıkartma tehditleri hiç bitmiyor. Kâr edemediklerinden değil daha fazla kâr etmek ve esnek çalışmayı fiilen dayatmak için. Nitekim artan kârlardan da görüyoruz bu durumu. Peki patronlar çarkları durdurduğunda Erdoğan’dan “ekonomi batacak” ya da “bu millî güvenliğe aykırıdır” lafını duyan oldu mu? İstibdadın medyasından bu yönde bir eleştiri duyan okuyan var mı? “İstediğimiz asgari ücret olmazsa işten çıkartma yaparız” diyen yani tüm milleti üretim ve yatırım yapmamakla tehdit eden patronlara her gün vatan millet edebiyatı yapanlardan bir tane laf eden çıktı mı?

Patronların imkânı da gücü de var. Para onlarda, devlet arkalarında ve bu gücü işçinin hakkını vermek için değil, işçinin hakkını gasbetmek için kullanıyorlar. Yani düpedüz sınıf kavgası veriyorlar. Ama bu kavgada işçi sınıfının imkân ve gücü daha fazla. 1 Mayıslardan Tekel direnişlerine meydanlara indiğinde memleketin gerçek sahiplerinin kim olduğunu dosta düşmana gösteren, 15-16 Haziran’lardan Zonguldak madencilerinin eylemlerine yollara düştüğünde tüm ülkeyi sarsan, Kavel’lerden Bekaert’lere grev yasaklarını grevle aşan, sefalet çekse de, tezgahlarda ömür çürütse de, iş cinayetlerinde can verse de sınıf olarak bileği bükülemeyen işçi sınıfımız sermayenin iki paralık düzeninden güçlüdür. Yeter ki bu gücü kullanmak üzere birleşsin. Birleşik Metal-İş’in grev kararı ve kararlılığı ayrı gayrı demeden tüm sendikalara yayılsın. Her fabrika Kavel olsun! Yeter ki işçisiyle, kamu çalışanıyla, köylüsüyle, küçük esnafıyla tüm emekçi halk grevleri sahiplensin! 2024’te bu iki paralık düzenin barikatlarını aşalım! Ekmek ve hürriyet kazansın!


Jan 10, 202405:34
Sungur Savran: Devrim talimleri

Sungur Savran: Devrim talimleri

Dünyanın her yerinde insanların çoğunluğu bir gün gelip de sömürülen, ezilen, yoksullaşan halkın birleşip toplumun tepesine çökmüş alçakları devirebileceğine, yepyeni, kimsenin kimseyi ezemediği sömüremediği bir toplum kurabileceğine inanmamakta hemfikirdir. Üstelik son otuz-kırk yıldır yaşanan yoksullaşma, güvencesizleşme, güçsüzleşme göz önüne alınınca umutsuzluk alır başını yürür. Birileri çıkıp da, “Başta işçi sınıfı, bütün emekçiler ve ezilenler ayağa kalkacak, dünyanın altını üstüne getirecek” diye bir öngörüde bulunsa “hayal görüyor” diye dudak bükülür. “Devrim” dediniz mi, bu yazının tepesindeki fotoğrafta görülen, dünyanın en yüksek dağı Himalayalar’a tırmanmak kadar olanaksız görünür çoğunluğa.

Biz büyük değişim olanakları, devrim olasılıkları konusunda umutsuzlanan insanları anlıyoruz. Günlük yaşamın gailesi içinde, hayat biteviye aynı sorunlar etrafında dolanıp dururken insanın böylesine olağanüstü gelişmeleri hayal etmesi bile çok zordur. Üstelik, Türkiye’de hak arama yolunda hemen hemen bütün eylemler ağır bir polis baskısı ile karşılaşırken kimsenin bu tür mücadelelerin geniş kitlelere yayılacağı konusunda umut beslemesi kolay değil. Türkiye’de de dünyada da kimse bu tür devrimci mücadeleler ve bunların sonucunda toplumda büyük değişimler beklemiyor kısacası.

Neden eskiden olmuş da şimdi olmayacak? Bu soruya cevap vermek, “devrim falan olmaz kardeşim” deyip duran babayiğit için bile zor. Eskiden de onun dedeleri “olmaz” demişler, bir bakmışlar olmuş. Marksizm sadece “devrimler tarihin motorudur” demiyor. Devrimin hangi koşullar altında patlak vereceğini de ortaya koyuyor. Devrimci durumlar ne zaman ortaya çıkar peki? Birincisi, “Yönetenler eskisi gibi yönetemediğinde”. Bu döneme 2008 yılında kapitalist dünyayı saran derin ekonomik buhranla, sık kullandığımız bir deyimle Üçüncü Büyük Depresyon kapitalistlerin başa çıkamadığı bir durum yarattığında zaten girmiş bulunuyoruz. Yönetenler çırpınıyor. Eskisi gibi yönetemediklerinin en sağlam belirtisi, ABD’den Brezilya ve Arjantin’e, İtalya ve Hollanda’dan Hindistan’a faşizmin başını kaldırmış olması.

Ama bir ikinci koşul da var: “Yönetilenler”, yani biz, yani siz, “eskisi gibi yönetilmek istemediğinde”. Bu, ilkinden daha çok zaman alıyor. Daha büyük sabır istiyor. Normal zamanlarda “yönetilenler” de “yönetenler”in siyasi etkisi altında olduğundan uzun sürebilen bir kopuş süreci yaşanmak zorunda. İşçinin emekçinin burjuva düzeninin savunucusu AKP’lerden, CHP’lerden, MHP’lerden, İyi Parti’lerden kopması gerekiyor.

Devrim, dedik, insanlara Himalayalar’ın tepesine çıkma kadar zor görünüyor. Bir daha bakın tepedeki resme. “Yok ya buraya çıkılır mı?” dersiniz. İşin bilimini, tekniğini öğrenmemişseniz. Ama geçen hafta üç dağcı buraya çıktı. Bu taraftan ilk defa fethediliyormuş Himalayalar. Onun resmine de aşağıda bakın.

Marx ne demişti? “Bilime giden düz bir yol bulunmuyor ve yalnızca onun dik patikalarını tırmanmaktan çekinmeyenler, aydınlık doruklarına ulaşma şansına sahiptir.”

Dec 10, 202306:35
Armağan Tulun: Metal işçisi kadınların çağrısına kulak verelim, şiddete karşı öz savunma örgütlenmeleri kuralım!

Armağan Tulun: Metal işçisi kadınların çağrısına kulak verelim, şiddete karşı öz savunma örgütlenmeleri kuralım!

2015’te bütün ülkeyi ayağa kaldıran bir kadın cinayeti ile Özgecan Aslan’ın öldürülmesinin ardından Gerçek’in sayfalarında şiddete karşı öz savunma örgütlenmeleri kurma çağrısını yükseltmiştik. Çünkü, kadın cinayetleri her gün kadınların yaşamını elinden alıyor ve şiddetin son bulması, katillerin cezalandırılması için mücadele etmek, bugün hemen şimdi yaşamlarımızı korumak için yeterli olmuyordu. Bu nedenle de tek bir kadının daha şiddete maruz kalmasını, kadın cinayetinde yaşamını yitirmesini istemiyorsak haklarımızı savunurken yaşamlarımızı da savunma gerekliliği öne çıkıyordu.

Öz savunma örgütlenmelerinin var olması, şiddeti şiddet anında savuşturabilmek demektir. Öz savunma örgütlenmelerinin yaygınlaşması, sorunun çözümüne katkı sunacak uzun vadeli sonuçlar da doğuracaktır. Öz savunma örgütlenmeleri yaygınlaştıkça iyi hal ve haksız tahrik indiriminin değil ama kendini korumanın bir hak olduğu fikri de yaygınlaşacaktır. Şiddet tehdidi altındaki kadınlar öz savunma örgütlenmeleri olursa daha güçlü hissedecek, şiddet karşısında susmayıp şiddeti ortaya çıkarma konusunda daha fazla cesaret bulacaktır.

Bugün de durum farklı değil. Erdoğan 25 Kasım vesilesiyle katıldığı toplantıda, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmanın olumsuz bir etkisinin olmadığını söyledi ama gerçekte her biri bir yaşam olan kadın cinayeti rakamları öyle söylemiyor. Sözleşmeden çıkılması resmen Temmuz 2020’de gündeme gelmişti. İktidar o tarihte yapamadığını bir gece yarısı yayınlanan Cumhurbaşkanı Kararı ile yapmış, Mart 2021’de Türkiye’nin sözleşmeden imzasını çektiği açıklanmış ve bu karar üç ay sonra yürürlüğe girmişti. 2020’de 300 kadın cinayeti ve 171 şüpheli kadın ölümü olmak üzere toplam 471 kadın yaşamını yitirmişken, 2021’de 280 kadın cinayeti ve 217 şüpheli kadın ölümü ile bu sayı 497’ye yükselmiştir. 2022’de ise 334 kadın cinayeti ve 245 şüpheli kadın ölümü gerçekleşmiş, yani 579 kadın yaşamını yitirmiştir. Erdoğan bu konuşmayı yaptığında Gerçek’in internet sitesindeki yazımızla sormuştuk, bir kez daha tekrarlayalım: Erdoğan’ın “olumsuz bir etki” görmesi için daha kaç kadının ölmesi lazım?

2015’te bu çağrıyı yaptığımızda en geniş güç birliğinin sağlanmasının yolunun sendikalar ve meslek örgütlerinin ilk adımı atarak siyasi partileri, kadın örgütlerini ve bu perspektifi benimseyecek başka odakları bir araya getirmesinden geçtiğini söylemiştik. O günden bugüne emekçi kadınlar çeşitli mücadele meydanlarında bu şiarı yükseltti. Gebze’de, Birleşik Metal-İş üyesi kadınlar, farklı fabrikalarda çalışan öncü metal işçisi kadınlar, bu şiara somut olarak sahip çıkarak pratikte bunun gereklerini tartıştı. Ve nihayet öz savunma örgütlenmelerinin gerekliliği 2-3 Aralık tarihlerinde düzenlenen Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Kurulu’nun kürsüsünden de ifade edildi. Birleşik Metal Gebze Şubesi’nde örgütlü HT Solar fabrikasının baştemsilcisi Gamze Fırat kürsüden şu sözleri söyledi: “Sınıf mücadelesi bayrağı elbette ki kadın mücadelesinde de yükseltilmelidir. Bu doğrultuda fabrikalarımızda tacize, kadına yönelik şiddete karşı sıfır tolerans politikası hayata geçirilmelidir. Sendikamız İstanbul Sözleşmesi ve 6284 gibi kadınları koruyan bütün sözleşme ve yasaların uygulanması için mücadele etmelidir. Ama yasaların uygulanması tek başına yeterli değildir. Bu ülkede kadınlar çantalarında koruma kararları ile öldürülüyor. Şube kadın komisyonlarımız kadınların kendilerini ve başka kadınları koruyabileceği öz savunma örgütlenmelerinin inşa edilmesi için öncülük etmelidir.”

Şiddete karşı en önde mücadele eden emekçi kadınlar, sendikalarını göreve çağırıyor. Bugüne kadar, çok erkek ağırlıklı bir sektörde örgütlü olduğu halde, kadın mücadelesi açısından bir dizi olumlu örneğe imza atan Birleşik Metal-İş sendikasının, bu çağrıya kulak vererek üzerine düşeni yapması için öncü işçilerin bu çağrının takipçisi olacağına şüphemiz yok. Ve biliyoruz ki bu daha başlangıç, bu çağrının başka fabrikalarda, sendikalarda, emekçi mahallelerinde yankılanması için mücadeleye devam!

Dec 10, 202305:02
Filistin savaşıyor! Yanında olalım, yalnız bırakanları unutmayalım!

Filistin savaşıyor! Yanında olalım, yalnız bırakanları unutmayalım!

Filistin direniş örgütlerinin, Filistin halkının geri dönüş hakkı başta olmak üzere tüm haklarının kalıcı olarak çöpe atılması tehdidine karşı, 7 Ekim’de gerçekleştirdikleri El Aksa Tufanı harekâtının üzerinden neredeyse 2 ay geçti. Harekâtın birkaç gün sonrasında başlayan Siyonist karşı saldırı da, Kasım sonundaki bir haftalık ateşkesin ardından 1 Aralık tarihinde yeniden başlamış durumda.

Siyasî açıdan bakıldığındaysa, 7 Ekim itibarıyla Filistin büyük bir sıkışmışlık içerisindeydi. Filistin Özerk Yönetimi her zamanki gibi emperyalistlerin ve Siyonistlerin önlerine imzalaması için koyacağı sıradaki kâğıdı beklerken, Hamas’ın tarihsel olarak parçası olduğu Müslüman Kardeşler’in hem kendisinin hem de destekçilerinin bölgede güç kaybetmiş olması önemli sonuçlar doğurmaktaydı. Türkiye ve Katar ikilisinden Türkiye’nin son dönemde emperyalistlerle ilişkilerini iyileştirmeye yönelik girişimleri, Katar’ın başından itibaren sahip olduğu pozisyon ile bir arada düşünüldüğünde, bu iki ülkenin Filistin direnişini yatıştırıcı bir hatta iyice yerleştiği görülmekteydi. Batı Asya’nın yükselen iki gücünden Birleşik Arap Emirlikleri İsrail’in müttefiki pozisyonuna savrulmuştu. Suudî Arabistan ise aynı yola girmeye adaydı. Mihr olarak nükleer silah isteyip ayak direse de, nihayetinde hava sahasını İsrail’e açarak girişimlerin sonunun iyi olacağı sinyalini vermişti. İsrail ise, Filistin’in tamamını ele geçirmeye ve böylece Filistin halkının geri dönüş hakkı başta olmak üzere tüm haklarını çöpe atmaya hazırlandığını artık gizlemiyordu.

Filistin’e destek hamasetle değil icraatla olur!

Böyle bir dönemde direniş örgütleri, aslında tam da yapmaları gereken şeyi yaptılar. Çok iyi planlanmış ve düşmanı ilk aşamada gafil avlamayı başaran bir harekâtla tüm dünyaya Filistin halkının pes etmediğini haykırmış oldular. Ancak şurası da açık ki her ne kadar İran tarafından direniş örgütlerine sunulan silahlar ve örgütlerin bir savunma savaşına yönelik hazırlıkları bunlara belirli bir kapasite sağlasa da, askerî alanda İsrail’in açık üstünlüğü Filistin halkının yanında konumlanan güçlerin bir takım adımlar atarak Filistin’i desteklemesini gerektirmekteydi. Ne yazık ki, öyle olmadı.

Filistin’e özgürlük İsrail’e boykot!

İsrail’in açık düşmanı İran, Suriye ve Lübnan Hizbullah’ı açısından da denklemin çok kolay olmadığı anlaşılıyor. İran, ABD’nin sıcak savaş tehdidi karşısında şimdilik sadece Hizbullah vasıtası ile sıcak çatışmalara dâhil olabilmiş vaziyette. Onda da Lübnan’ın çok sorunlu bir siyasî konjonktürde olmasının etkileri görünüyor. Hizbullah bu nedenle, ve elbette askerî başka nedenlerle de olsa gerek, sınırı aşacak biçimde bir askerî girişimde bulunmayıp, İsrail’in askerî hedeflerine saldırılar düzenlemekle yetindi. İsrail de buna yeni bir cephe açarak karşılık vermek yerine, benzer saldırılarla yanıt vermekle yetindi. Bu kanadın, Gazze’nin topyekûn imhası gibi bir senaryoda ne tavır alacağını kesin bir şekilde kestirmek ise şimdilik zor görünüyor.

Sonuçta, Filistin halkı yalnız bırakılmış bir halde, elinden gelen her yolla kendisini emperyalizm tarafından silahlandırılmış sömürgeci düşmanına karşı savunuyor. Filistin direniş örgütleri bugün gerçek bir tarih yazıyorlar. Gazze halkı da Filistin direniş örgütlerini sahipleniyor ve Gazze’yi tamamen terk etmeye yeltenmiyor. Ancak Filistin halkının ve direniş örgütlerinin gücünün sınırları var.

İsrail ise yeniden başlayan saldırılarının ve son açıklamalarının gösterdiği üzere saldırılarında sadece Gazze’nin kuzeyini ele geçirip burada bir tampon bölge oluşturmaktan daha ötesini hedefliyor.

O halde, Filistin halkının gerçek müttefiklerinin hiç durmadan etkili bir boykotu örgütlemesi, istibdadın Kürecik ve İncirlik’in kapatılmasını, İsrail’e yaptırımlar uygulanmasını içermeyen, halkın gözünü boyamaya dönük hamlelerini en yaygın biçimde teşhir etmesi gerekiyor. Devrimci İşçi Partisi ve onun bir inisiyatifi olan Emperyalizme ve Siyonizme Karşı Filistin Dostları bu doğrultuda faaliyetlerini sürdürüyor.

Dec 10, 202307:31
Ertuğrul Oruç: TTB susmayacak susturulamayacak!

Ertuğrul Oruç: TTB susmayacak susturulamayacak!

Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) en üst yönetim organı olan Merkez Konseyi (MK), “amaç dışı faaliyet” gösterdiği gerekçesiyle yargılandığı dava sonucu görevden alındı. Yerine, delegeler içinden beş kişilik bir heyet, bir ay içinde TTB’yi olağanüstü genel kurula götürmesi için atandı. Bu, iktidarın yargı eliyle TTB’yi susturma girişimidir.

MK’nın görevden alınmasına yönelik dava, TTB MK Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken açıklaması sonrası açılmıştı. Fincancı gerekçe gösterilerek TTB’nin susturulması amaçlanmıştı. Biz de Gerçek gazetesinde Kasım 2022’de yayınlanan köşe yazımızda konuyu işlemiştik.

Burjuva iktidarlar kendisine tehdit olarak gördüğü kişilere ve kurumlara sudan sebeplerle dava açıp, kendince elverişli ana kadar bekletir, o ana kadar sonuçlandırmaz. Bu davanın seyri de aynı şekilde oldu. TTB kanununda, MK’ya karşı açılan görevden alma davasının 3 ay içinde karara bağlanması gerektiği belirtilmiş. Davanın açılmasının üzerinden 13 ay, ilk duruşmanın görülmesinin üzerinden ise 11 ay geçti. Son görülen iki duruşmaya kadar ise MK üyelerinin isim listesi, Fincancı’nın ceza aldığı davanın dosyası gibi davanın ana unsurunu oluşturan bilgiler mahkemece talep edilmemişti bile.

Sanırız davanın bu seyri bile, meselenin hukuki değil siyasi saiklerle açıldığını ve davanın sonuçlandırılması için uygun zamanın beklendiğini gösteriyor. Ancak davanın usule ve esasa dair sorunlarından ziyade açılış gerekçesi esas ipucunu veriyor: “Amaç dışı faaliyet”. TTB, kamu kurumu niteliğinde Anayasal bir meslek kuruluşu. Kanunda TTB’nin görevleri sayılırken daha ilk maddede halk sağlığını koruması ve geliştirmesi gerektiği yazılmış. Örneğin, üyelerine dair yapması gereken ödevler daha sonraki maddelerde sıralanmış.

Halk sağlığının korunması ve geliştirilmesi, sağlığa erişim önündeki tüm engellerin kaldırılmasını içerir. TTB’nin savunduğu ücretsiz, erişilebilir, nitelikli, anadilinde, kamu eliyle örgütlenecek bir sağlık sistemi, bunun olmazsa olmaz şartıdır. Ancak halk sağlığını korumak ve geliştirmek yalnızca sağlık hizmetleri ile sağlanamaz. Bununla birlikte insanca çalışma şartlarının sağlanması, sağlıklı bir çevrenin temini, sağlıklı gıdalara ve temiz suya erişim, örgütlenme özgürlüğünün varlığı ve daha pek çok sosyal, ekonomik ve siyasal şartları da gerektirir.

Meseleyi bu şekilde ortaya koyduğumuzda TTB’nin sağlık ve yaşam hakkı başta olmak üzere temel hak ve hürriyetleri, halkların kardeşliğini, Kürt halkı ve Filistin halkı başta olmak üzere tüm ezilenlerin ve elbette emekçilerin haklarını savunmasının “amaç dışı faaliyet” olmadığı, bilakis TTB’nin başlıca amacı olduğu ortaya çıkmış olur.

İktidarlar, kendi çizdiği sınırların dışına çıkan TTB’nin bu yaklaşımını hep tehdit olarak görmüş ve TTB’yi susturmaya çalışmıştır. Geçen yıl TTB tarihinde ilk kez bir TTB MK Başkanı tutuklanmıştı. Bu sefer de TTB tarihinde ilk kez bir TTB MK görevden alındı. Geçen yıl olduğu gibi şimdi de iktidar, hem TTB’nin temsil ettiği değerlere saldırıp hem de TTB üzerinden tüm kitle örgütlerine gözdağı vermeyi, halkı susturmayı ve sindirmeyi amaçlıyor.

Geçen yıl, ortak mücadele ile TTB MK Başkanı Şebnem Korur Fincancı özgürlüğüne kavuşmuştu. Bu seferki taarruzda da yapılması gereken başta hekimler ve sağlık örgütleri olmak üzere, emekten ve ezilenden yana örgütler, sendikalar ve siyasal partiler ile ortak bir mücadele hattı oluşturup bu saldırıyı geri püskürtmektir.

Dec 07, 202304:05
Levent Dölek: “Yeni Anayasa değil yeni düzen gerek”

Levent Dölek: “Yeni Anayasa değil yeni düzen gerek”

Anayasa Mahkemesi (AYM) ve Yargıtay arasında Hatay Milletvekili Can Atalay’ın tutukluluğu ile seçilme ve siyaset yapma hakkının ihlal edilmesi dolayısıyla ortaya çıkan kriz bir süre sonra sıcaklığını yitirdi. Geriye, AYM’nin kaldırılması ya da yapısının değiştirilmesi bağlamında yeni Anayasa tartışması kaldı. Yeni Anayasa tartışmasını iyice ısıtarak gündemin üst sıralarına getiren gelişme ise Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 50+1 sistemini tartışmaya açması oldu. Erdoğan’ın "Mevcutta 50+1 mecburiyeti partileri yanlış yollara sevk ediyor. Kimin eli, kimin cebinde belli değil." diyerek açtığı tartışmayla MHP ile ittifakı mutlak görmediğini ilan etmiş oldu. Nitekim bu mesaj kamuoyunda hızla kabul gördü. Öyle ki Bahçeli MHP grup toplantısında “biz kimsenin sırtına binmedik kimseyi de sırtımıza bindirmedik” diye sert bir çıkış yaparak Erdoğan’a cevap vermek zorunda kaldı.

Bu tartışma da yavaş yavaş sönümlenirken yine geride “yeni Anayasa” tartışması kalıyor. Önümüzdeki dönemde herhangi bir bağlamda başlayan ama sonunda yine yeni Anayasa gündemine bağlanan başka siyasi kriz başlıklarına da tanık olabiliriz.

Bizim yeni Anayasa tartışmasındaki tutumumuzun özü Devrimci İşçi Partisi 7. Kongresi kararlarının “Yeni Anayasa değil yeni düzen gerek!” başlıklı bölümünde yer alıyor: “Yeni Anayasa burjuvazinin ihtiyacıdır. Bu ihtiyacın bir yönü rejimin burjuvazinin iktidar üzerindeki dolaysız etkisini arttıracak mekanizmaların ihdasıdır. Anayasa tartışmasındaki esas stratejik yön tekelci sermayenin yayılmacı çıkarlarındadır. Türkiye’deki mevcut rejim hâlihazırda yarı-askerî bir karakter taşırken 12 Eylül Anayasası’ndan kurtulma demagojisine ve ‘sivil’ anayasa iddiasına asla prim verilmemelidir. Türkiye’nin emekçi sınıfları açısından soyut bir ‘yeni bir anayasa ihtiyacı’ yoktur. Yeni anayasanın mecliste hâlihazırda var olan güç dengesi çerçevesinde emekçi sınıflar açısından yararlı olması olanaklı değildir. Dahası, burjuvazi 1982 Anayasası’nın dahi içermek zorunda kaldığı hakları da tırpanlamak istemektedir. Emekçi sınıfların çıkarı istibdadın tadilinden değil devrilmesinden yanadır. Dolayısıyla hürriyet mecliste ya da kamuoyunda yapılacak soyut ve/veya entelektüel tartışmaların konusu değil emekçi halkın devrimci seferberliği ile istibdadın arkasındaki sermaye sınıfı ve emperyalizmle hesaplaşması sorunudur.” Bu perspektif bizim Anayasa tartışmasının temelinde bir danışıklı dövüş ya da gündem manipülasyonu olmadığını, temelinde sermayenin sınıf çıkarlarının yattığını, bizim de işçi sınıfı çıkarları temelinde bir siyasi hatla bu gündeme yaklaşmamız gerektiğini göstermektedir.

Tüm bu sebeplerle biz hâkim sınıfların “yeni Anayasa” tartışmasına cepheden karşı çıkarız. Burjuva düzenin gardiyanlarının çekeceği fotoğraf için poz verecek halimiz yok! Bizim bugün odaklanacağımız yer işçi sınıfına ve emekçi halka vurulmuş kelepçelerdir. Bizim Anayasa’ya dair gündemimiz grev hakkıdır. 12 Eylül Anayasası’nın tümden karşısındayız. Ama o Anayasa’ya dahi işçilerin emeğiyle, canıyla, kanıyla kazıdığı grev hakkını sonuna kadar ve yine grevle savunacağız. MESS ve AKP el ele vererek Anayasa’ya kazınmış grev hakkı mevziisini çiğnemeye çalışacaklar yine. İzin vermeyeceğiz! Dünyada ve Türkiye’de burjuva düzenini korumak göreviyle ihdas edilmiş Anayasa Mahkemesi’ni de savunmuyoruz. Ama Anayasa Mahkemesi’nin grev hakkımızı onaylayan ve iktidarın keyfi grev yasağını yasadışı ilan eden kararını da sonuna kadar savunacağız. Nihayetinde biz mevcut Anayasa’yı işçi sınıfından ve ezilenlerden yana kökten değiştirecek yepyeni bir fotoğrafın peşindeyiz. Ekmeğin ve hürriyetin zaferinin fotoğrafını da tartışarak değil burjuvaziyi devirerek ve işçi iktidarını kurarak oluşturacağız.

Dec 07, 202307:28
Başyazı: Hak verilmez alınır! Zafer işçi sınıfının masaya yumruğunu vurmasıyla kazanılır! (Aralık 2023)

Başyazı: Hak verilmez alınır! Zafer işçi sınıfının masaya yumruğunu vurmasıyla kazanılır! (Aralık 2023)

Aralık ayında bir sonraki yıl emekçi halkın yaşam ve geçim koşullarını belirleyen çok önemli kararlar alınacak. Bunlardan ilki TBMM’den geçecek olan 2024 yılı bütçesi. Patron partisi AKP tarafından meclise sunulan bütçe teklifi büyük çoğunluğu patronlardan, patron avukatlarından ve toprak ağalarından oluşan milletvekilleri tarafından oylanacak. Haliyle bu bütçeden patron sınıfına vergi muafiyetleri, teşvik ve destekler yağacak, yerli yabancı tefecilere milyarlarca faiz ödemesi yapılacak, işçinin payına ise ay sonunu zaten zor getirdiği maaşının gelir vergisi ile dilim dilim doğranması düşecek.

Diğer önemli karar ise Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda 2024 yılı için belirlenecek olan asgari ücret. Bu komisyon 15 kişiden oluşuyor. Hükümet 5 kişi, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu 5 kişi, Türk-İş de 5 kişiyle temsil ediliyor. Şöyle de diyebiliriz. Patron hükümetinden 5 kişi, patronların kendi temsilcilerinden 5 kişi, patron işbirlikçisi Türk-İş tepe yönetiminin atadığı 5 kişi! Buradan da ne çıkacağı belli. Sürpriz yok. Açlık ücreti! Zaten her yıl asgari ücret adeta açlık sınırına endekslenmiş şekilde belirleniyor. Yıl boyunca da artan hayat pahalılığı ile açlık sınırının iyice altına düşüyor. Son yıllarda Temmuz ara zamlarına rağmen asgari ücret açlık sınırının üstüne hiç çıkmadı. Bu sene ise Erdoğan tek zam yapılacak diyor.

Şimdi diyorlar ki bu sene dört işçi getirilecekmiş, komisyona asgari ücretle nasıl geçineceklerini anlatacaklarmış. Oraya çıkacak işçi kardeşlerimiz yaşadığımız gerçekleri ne kadar anlatırsa anlatsın karar veren onlar yani patronlar, patronların adamları ve patronların yalakaları olduktan sonra ne değişir?

İşçiler esaret zincirlerini kırarak sendikalaşmalıdır. Ancak bu başlangıçtır; sendikaların da sarı, işbirlikçi sendika ağalığı zincirinden kurtarılması, sendikaların içindeki sınıf mücadeleci eğilimlerin hâkim olması gerekir. Örgütlü işçi sınıfının aynı anda hem patronlarla hem de patronlarla işbirliği içindeki sendika ağalarıyla karşı karşıya olduğu bir sınıf savaşı alanı var. Bu savaş alanı MESS sözleşmesidir. 130 bin metal işçisi, işçi sınıfının öncü gücü, Amerikan, Avrupalı, Japon emperyalist tekellerin ve Koç Holding gibi onların ortağı olan en büyük sermaye gruplarının örgütü MESS’le karşı karşıya. Bu kavgada metal işçisi sadece MESS’le değil grev yasaklarıyla ve patronların tarafında yer alan iktidarla da karşı karşıya. Bu kavganın sonucunu işçinin kararı belirleyecek. 1963’te Kavel işçisi kararını verdi, grev hakkını grevle kazandı. Bu hakkı tüm işçi sınıfına armağan etti. 2023’te Bekaert ve Schneider işçileri kendi kararını verdi, grev yasağını grevle yırttı attı.

Şimdi MESS sözleşmelerinde işçi sınıfı seyirci değil sahanın tam ortasında. Metal işçilerinin en mücadeleci kesimlerini temsil eden DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş sendikası, 2-3 Aralık’ta kongresini yaptı, kongre salonu fabrikalar MESS’e mezar olacak sloganlarıyla çınladı. Bu mücadele kararı metal işçisinin denetimi ve iradesi ile sahaya taşınmalıdır. Ne gerekiyorsa o! İşgal, grev, direniş! Bu karara sarı sendikacı Türk Metal ve Öz Çelik-İş ağaları katılmayacaktır elbette, ama tüm bu sendikaların üyesi olan işçilerin isteği ve özlemi de bu yöndedir. Ayrı gayrı demeden işçilerin iradeleri birleşmelidir. Bu mücadele kararlılığı Türk-İş’teki ve diğer konfederasyonlardaki tüm mücadeleci sendikalar ve sendikacılarla, örgütlü örgütsüz tüm öncü işçilerle buluşmalı ve bir Birleşik İşçi Cephesi olarak büyümelidir. Metal işçisi mücadele kararını verip de MESS masasına yumruğunu vurduğunda bu sesi tüm emekçi halk duyacaktır. Emekçi halk yüzünü zincirli meclisten, tiyatro oynanan komisyonlardan sınıf mücadelesine ve sınıf siyasetine çevirecektir. Emekçi halk işçi sınıfı öncülüğünde siyaset masasına yumruğunu vurmalıdır. Patronlara göre ayarlanmış bütçe, açlığa endekslenmiş asgari ücret dayatması ve emekçi halka vurulan tüm zincirler böyle kırılacaktır. Ekmek, gül ve hürriyet günlerine bu şekilde varılacaktır!

Dec 07, 202306:09
Ertuğrul Oruç: Filistin kazanırsa işçiler, emekçiler de kazanır

Ertuğrul Oruç: Filistin kazanırsa işçiler, emekçiler de kazanır

7 Ekim sabahı Filistin halkı, emperyalizme ve Siyonist İsrail’e karşı tarihinde az rastlanır bir ayağa kalkış gerçekleştirdi. Uzun bir süredir savunma pozisyonunda olan Filistin mücadelesi, atağa kalktı. İsrail başta olmak üzere hiç kimse böyle bir operasyonu beklemiyordu. İsrail’in ne olup bittiğini anlaması neredeyse bir gün sürdü.

Operasyon öncesinde durum iç açıcı değildi. Arap ülkelerinin çoğu son dönemde İsrail ile ya ilişkilerini ilerletmiş ya da ilişki kurmaya başlamıştı. Her zaman Filistin’in yanında olduğunu söyleyip somut hiçbir adım atmayan Türkiye, İsrail ile ticari ve siyasi ilişkilerini arttırmıştı. Özellikle Gazze’de, 2 milyondan fazla insan sürekli yiyecek, tıbbi malzeme vb. eksikliği içerisinde yaşam mücadelesi veriyordu. İsrail’in ise sivil halkı da hedef alan saldırıları son hız devam etmekteydi. İsrail, Filistin’in tümünü işgal edeceğini açıkça dillendirir olmuştu.

İşte, El Aksa Tufanı operasyonu tüm bu şartlar altında yapılmıştır. Filistin halkı yok olmayı beklememiş, var olmayı seçmiştir. Bundan dolayı mücadelesi tamamen meşru ve haklıdır. Ayrıca bu operasyon kendilerinin haberi olmaksızın kuş uçmayacağını iddia eden, aslında pek çok kez ezilenlerin mücadelesinde tokatlanmış, başta MOSSAD, CIA gibi istihbarat örgütlerinin “karizmalarını tekrardan çizmiştir”. Daha önemlisi, dünyadaki işçilere, emekçilere, ezilen halklara “siz de yapabilirsiniz” moral motivasyonunu vermiştir.

Bu örnek karşı çıkış, İsrail’in şuurunu kaybetmesine neden oldu. Vahşi bir saldırı başlatan İsrail, El-Ehlî Hastanesi’ni bilerek ve isteyerek bombaladı. Yüzlerce çocuk ve sivilin yanında pek çok sağlık emekçisi de can verdi. Savaş zamanında bile dokunulamaz yerlerden olan hastanelerin hedef alınması gönlü Filistin’den yana olanları ayağa kaldırdı.

İstanbul’da 18 Ekim akşamı, İsrail Konsolosluğu önünde İstanbul Tabip Odası (İTO) ve DİSK, KESK, TMMOB’un İstanbul örgütlerinin çağrısıyla pek çok örgütün katıldığı kalabalık bir protesto gösterisi gerçekleştirdik. O gün yürüyüşe İTO üyeleri beyaz önlükleriyle katıldı. Beyaz önlüklerimiz katil İsrail tarafından kana bulanmıştı, bizler onu telin ederek önlüğümüzün beyazını korumaya gelmiştik. Acımız büyüktü ancak Filistin halkının mücadelesi acılar kadar zaferlerle de doludur. Filistin halkının mücadelesi bize, emperyalist devletlere diz çöktürülebileceğini tekrar hatırlatmıştır.

Yüzümüzü ağartan gelişmelerin yanı sıra yüzümüzü kızartan gelişmeler de çokça oldu. Siyonist İsrail destekçisi her bir ülke ve kurumun utanç verici tutumunu saymaya maalesef satırlarımız yetmez. Örneğimiz Dünya Tabipler Birliği’nden (DTB). DTB, Kuveytli kadın başkanının demecinin de yer aldığı 13 Ekim’de yayınladığı basın bülteninde, bütünüyle İsrail’in yanında tutum aldı. İsrail’in hastane bombalamaları da dâhil hiçbir saldırısına da bugüne kadar tek kelime etmedi. Pes! İnsan sizi görünce doktorluğundan utanıyor.

İsrail’in saldırıları sonucu son iki hafta içinde 150 sağlıkçı hayatını kaybetti. Dünya Sağlık Örgütü başta olmak üzere sağlık otoriteleri Filistin’e göndermek üzere insan gücü dâhil her türlü yardımın ulaştırılmasını sağlamaya dönük derhal ciddi adımlar atmalıdır. İTO ve TTB, uluslararası alanda bu çabayı desteklemeye dönük her türlü girişimde bulunacaktır. Ayrıca İTO, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini kesmesine dönük olarak bulduğu her fırsatı değerlendirecek, iş yerlerimizde de konunun gündem olmasını sağlamak için elinden geleni yapacaktır. Unutmayalım, Filistin halkı kazanırsa işçiler, emekçiler ve ezilen halklar da kazanacaktır.

Nov 20, 202303:53
Başyazı: Vicdanımızla, bilincimizle, eylemimizle Filistin’in yanında olalım! (Kasım 2023)

Başyazı: Vicdanımızla, bilincimizle, eylemimizle Filistin’in yanında olalım! (Kasım 2023)

İsrail’in Gazze’deki soykırımcı saldırısında ölü sayısı 10 bini aştı. Siyonist terörün kurbanlarının yüzde 65’i kadın ve çocuklardan oluşuyor. Vicdanı olan her insan yaşananları görüyor ve zulme karşı Filistin halkının yanında duruyor. Ancak bu yetmez. Harekete geçmek ve somut eylemlerle Filistin’i desteklemek gerekiyor. Bunu sadece Filistinli çocuklar için değil, kendi çocuklarımız ve geleceğimiz için de yapmalıyız. Çünkü Filistin halkının düşmanı bizim de düşmanımızdır. Yanı başımızda Gazze’de göz göre göre bir halk soykırıma uğruyorsa Türküyle Kürdüyle hiçbir halk güvende olamaz. Emperyalizm, her gün bizi sömüren kapitalizmin en ileri halidir. Bugün Filistin halkına saldırıyorsa, o halkla aynı saftayız demektir.

Elimizden bir şey gelmiyor diyenlere kulak asmayın. Elimizden çok şey gelir. Gerçek en büyük silahımızdır. İsrail teröre karşı savaştığını söylüyor. Batı emperyalizmi aynı nakaratı tekrarlayıp duruyor. Yalan söylüyorlar. İftira atıyorlar. Gerçek ise başkadır. Filistin halkının işgale karşı direnişi meşrudur ve haklıdır. Gazze’de terörist olan İsrail’dir! Teröristin en büyüğü ise İsrail’in arkasındaki esas güç olan ABD ve NATO’dur! NATO’nun bir güvenlik şemsiyesi olduğu yalandır. Gerçek 15 Temmuz’da İncirlik’ten yakıt alan uçakların TBMM’yi bombalamış olmasıdır! En büyük terör örgütünü içimizde besliyoruz. Bu zillete son verilmelidir!

Siyonist İsrail ise ev, hastane, cami, kilise demeden, fosfor bombası gibi yasaklanmış mühimmat türleri kullanarak, hiçbir hava savunma sistemi olmayan, 45 kilometre karelik bir yere 2,3 milyon insanın hapsedildiği bir alanda katliam yapıyor. Gazze’yi savunan tek güç yerin altını tünellerle ören ve fedakârca savaşan direnişçiler. Ne onlar teslim oluyor ne Filistin halkı diz çöküyor. Onlar üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor. Bizim üzerimize düşen emperyalist ve Siyonist saldırganlığı cephe gerisinde zayıflatmaktır.

Dedik ya gerçek en önemli silahımızdır. Türkiye’de iktidar ve hâkim sınıflar, sözleriyle Filistin’in yanındaymış gibi yapıp eylemleriyle emperyalizme ve Siyonizme destek vermektedir.

İsrail elçisi hâlâ kovulmadı. Siyonistler adamlarını kendileri çekti. Erdoğan bu basit tepkiyi bile göstermedi. Erdoğan “one minute” dedikten sonra bile, Mavi Marmara katliamından sonra bile İsrail’le ticaret rekorları kırdı Türkiye! Siyonist katil bu ticaretle semirdi. Bugün İsrail’in çelik pazarının yüzde 65’ine Türk şirketleri sahip! Her gün Türk limanlarından İsrail’in Hayfa limanına şilepler mal taşımaya devam ediyor. İsrail’e boykot! Boykot, katili güçten düşürmek demektir. Emekçi halkımız İsrail’e destek olan markaları boykot etmeli. Ama esas, iktidarı İsrail ile yapılan ticareti durdurması için zorlamalı, diplomatik ilişkileri tamamen kesmesini sağlamak için bastırmalı.

Zira Türkiye’yi yönetenler sadece ekonomik olarak değil askeri olarak da Siyonizme hizmet ediyor. Malatya’da konuşlu NATO’ya bağlı Kürecik radar üssü İsrail’in bölge çapındaki en büyük istihbarat kaynağıdır. Gazze’ye ölüm yağdıran pilotlar geçmişte Konya’daki hava üssünde eğitim gördüler. ABD iki uçak gemisinin yanı sıra İncirlik’teki askeri üsse indirdiği bombardıman uçaklarıyla bölge çapında terör estiriyor. Tüm bunlara İngiliz emperyalizminin Ağrotur ve Dikelya üsleri ile Kıbrıs’ı batmaz bir uçak gemisi olarak kullanmasını da eklemeliyiz. Türkiye Kürecik üssünü kapatırsa katilin bir gözünü kör eder. İncirlik üssünü kapatırsa katilin havaya kaldırdığı bir yumruğunu tutmuş olur. Türkiye’nin NATO’dan çıkması ise dengeyi tamamen değiştirecektir.

İşçiler emekçiler köylüler! Yüreğimiz Filistin’de atıyor. Eylemimizle de Filistin’in yanında olalım! İsrail’i boykot edelim! İsrail’le tüm ekonomik, diplomatik, askeri, kültürel, akademik ilişkilerin kesilmesi talebini yükseltelim! Emperyalist üslerin kapatılması, Türkiye’nin NATO’dan çıkması için mücadele edelim! Filistin halkının bir kez daha kendi topraklarından sürülmesini engelleyelim! Soykırımı durduralım!

Nov 20, 202304:34
İşgale, katliamlara ve etnik arındırmaya karşı savaş! Filistinli örgütler 7 Ekim’de neden harekete geçti?

İşgale, katliamlara ve etnik arındırmaya karşı savaş! Filistinli örgütler 7 Ekim’de neden harekete geçti?

Önce şunu soralım: İsrail ile Filistin arasında bir barış vardı da, Filistinliler bunu ihlal mi ettiler? Elbette hayır. Aksine, zaman zaman ilan edilen ateşkeslerle sağlanan bir çatışmasız durum haricinde Filistin direniş örgütlerinin büyük bölümü, Filistin halkını topraklarından söküp atan, hatta Batı Şeria ve Kudüs’te bu etnik arındırmayı bugün halen hızla devam ettiren Siyonist İsrail ile hiç barışmadı. Geri dönüş hakkı için savaşmaktan hiç vazgeçmedi. Nasıl vazgeçsin?

İsrail’in “kuruluşu” 1948'de 800 bin kadar Filistinlinin topraklarından sürülmesi ile oldu. Siyonistler o tarihten itibaren sayısız katliama imza attılar. Sadece içinde bulunduğumuz yılın ilk dokuz ayında Batı Şeria’da 247 Filistinliyi katlettiler. Temmuz ayında Cenin kentinde bir katliam gerçekleştirdiler. Geçtiğimiz yıllarda düzenlenen Büyük Geri Dönüş Yürüyüşleri’nde Gazze çevresindeki dikenli tellere yürüyen silahsız Filistinlileri keskin nişancılarla vurup katlettiler. Filistin halkının sevgilisi gazeteci Şirin Ebu Akile’yi, üzerinde basın yeleği ve bareti olduğu halde, keskin nişancı kurşunu ile yüzünden vurarak öldürdüler. Tüm katliamlarını saymaya yüzlerce sayfa yetmez.

Filistin halkı Siyonistlerce bir etnik arındırmaya tabi tutulduğunda, müttefiklerini etrafında aradı. Batı Asya halkları tek vücut Filistin’in yanında olsalar da, bölgenin başına çöreklenmiş gerici rejimler teker teker İsrail’in yanında saf tuttular. Geçmişte Ürdün kralı Filistinli gerillalara savaş açarak onları topraklarından kovdu. Mısır’da Enver Sedat İsrail’i karşılıksız biçimde tanıdı. Daha yakın zamanda, ABD Başkanı Trump döneminde başlayan İbrahimî Anlaşmalar sürecinde Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve sonra da Fas, İsrail ile diplomatik ilişkiler kurdu. Bu sırada Arap dünyasında çok önemli bir yeri olan Suudî Arabistan da sıraya girmiş, bekliyordu. İbrahimî Anlaşmalar, Filistin halkına daha fazla zilletten başka bir şey vermedi. Dahası Trump, Yüzyılın Anlaşması adlı yeni bir Balfour Deklarasyonu ile, tarihsel Filistin’in başkenti Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdı.

Filistin halkının hamisi olma iddiasını taşıyan Erdoğan da bu silsilede yerini aldı. “One minute” çıkışından, İsrail ile aralıksız ticarete ve sonra da Filistin halkına ait yeraltı kaynaklarının Siyonistlerce çalınması için aracılığa hızla dönen Erdoğan’ın İsrail cumhurbaşkanı Herzog ile pozları, Netanyahu’nun Türkiye’de ağırlanacak olması, Filistin halkını hayal kırıklığına uğrattı. Filistin halkı tüm bu ihanetler karşısında boğazına geçirilen ilmiğin günden güne daha fazla sıkıldığını hissetmekteydi.

Son olarak, İsrail başbakanı Netanyahu, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na çıkıp kürsüden tüm dünyaya üzerinde Filistin’in olmadığı bir haritayı “Yeni Ortadoğu” başlığıyla paylaştı. Bu, İsrail’in er ya da geç Filistin halkını elinde kalan son toprak parçaları olan Batı Şeria, Kudüs ve Gazze’den de kovacağının bir işaretiydi.

Tüm bunların sonucu, Filistin direniş örgütlerinin El Aksa Tufanı oldu!

İsrail yenilmez armada mı?

Peki, İsrail’e karşı savaşmak anlamsız mı? Değil. Öncelikle, Filistinliler ne zaman Siyonizm ile müzakere edip, tavizler verdilerse, karşılığında her zaman kocaman bir “hiç” aldılar. İsrail’in sömürgesi olmaktan kurtulamadılar. Buna karşın İsrail’in geri adımları hep askerî yenilgiler ve halk isyanları ile oldu. 1973 savaşında, daha önce işgal ettiği toprakların bir bölümünden çekildi. 2006’da Lübnan'dan Hizbullah tarafından kovuldu ve kuzeydeki emellerini geçici olarak da olsa toprağa gömmek zorunda kaldı. Filistin halkının intifadaları Siyonistlerin yerleşim politikalarında geri adımlar doğurdu. Bugün, kara operasyonunun bu kadar gecikerek başlaması ve ABD desteği olmadan Gazze gibi yıllardır abluka altına aldığı bir kara parçasına bile operasyon yapmakta zorlanması, şimdiden önemli kayıplar vermiş olması, bize Siyonizmin yenilmez olmadığını göstermekte. Yeter ki bu savaşında Filistin halkı Siyonistlere ve emperyalistlere karşı bir başına kalmasın!

Nov 20, 202304:11
Siyonizm ve İsrail’le ilgili doğru bilinen yanlışlar!

Siyonizm ve İsrail’le ilgili doğru bilinen yanlışlar!

Yanlış: Filistin boş, verimsiz, çöle benzeyen bir yerken, Siyonistler yerleşip hem bu toprakları ihya ettiler hem de bu coğrafyanın tek örnek demokrasisini inşa ettiler.

Doğru: Filistin, Siyonistler gelmeden çok önce insan yerleşimi olan, ticaret, tarım ve balıkçılık yapılan, kendine özgü kültürü olan bir yerdi. Siyonistler tarafından talan edilmese ve sürekli saldırıya maruz kalmasa Birinci Dünya Savaşı sonrası yokluk içindeyken sonrasında modern birer medeniyete dönen diğer ülkeler gibi kalkınmış bir ülke olabilirdi. Siyonistler işgal ettikleri topraklarda bugünkü yapıyı, başta ABD olmak üzere emperyalistlerin inanılmaz boyutlara varan maddi yardımları sayesinde inşa edebilmişlerdir. Üstelik İsrail tüm yardım ve destekler sonunda kendi vatandaşları arasında bile ırka dayalı ayrımcı bir rejim (apertheid) kurmuştur. Bu ırkçılık ve ayrımcılık sadece Yahudi olmayanlara karşı değildir, Yahudiler içinde Siyonizmi desteklemeyenlere ve Afrikalı Yahudilere de karşıdır.

Yanlış: Siyonizme karşı mücadele Yahudilere karşı mücadeledir.

Doğru: Yahudilik ve Siyonistlik tamamen farklı iki şeydir. Pek çok Yahudi aynı zamanda Siyonizm karşıtıdır. Üstelik Yahudi karşıtlığı (antisemitizm) Siyonistlerin en çok yaymak istedikleri fikirlerden biridir. İnsanların Filistin’de yaşananlara öfkesini Siyonizm gibi kanser benzeri bir illet yerine binlerce yıllık geçmişi olan bir dine yönlendirdiği için, Yahudi karşıtlığı en çok Siyonizme hizmet eder.

Yanlış: Siyonizm sömürgecilik değildir. Siyonistler Filistinlilerin sattıkları topraklara yerleştiler, bu yüzden Filistinlilerin şikâyet etmeye hakları yok.

Doğru: Nesillerdir dünyanın başka yerlerinde yaşayan, hayatlarında daha önce Filistin’i hiç görmemiş insanlar, kuşaklar boyu Filistin topraklarında yaşayan Filistinlileri silah zoruyla yerinden yurdundan edip topraklarına el koyup, evlerine yerleşip, yer altı ve üstünde ne varsa kendisinin sayarak bir ülke kurmaya girişmiştir. Bu tam anlamıyla sömürgeciliktir. Filistinliler yüzyıl önce gelen ilk yerleşimcilere karşı düşmanca bir tavır sergilememiş, ancak Siyonist emelleri fark ettiklerinde direnmeye başlamışlardır. Toprak satışı meselesi ise en büyük çarpıtmalardan biridir. İlk olarak o dönem zaten yoksul köylünün doğru düzgün toprağı yoktur. Bir avuç zengin, bir kısmı Filistinli bile olmayan işbirlikçi hainin yaptığı tüm Filistin halkına mal edilemez. İkincisi, o dönem satılan tüm toprak miktarı Filistin topraklarının % 5’inden biraz fazladır. Bu durum milyonların vatanından sürülmesine, öldürülmesine bir gerekçe olamaz. Bugün bizim ülkemizde de pek çok yer, pek çok farklı ülkeden insana satılmış durumdadır. Nasıl bu satışlarla işçilerin, emekçilerin bir alakası yoksa, nasıl bu satışlar satın alanlara ülkemizi istila edip bizi, asırlardır yaşadığımız topraklardan sürme hakkı vermiyorsa aynısı Filistin için de geçerlidir.

Yanlış: Filistin sorununun tek çözüm yolu iki devletli yapıyla mümkündür.

Doğru: Sorunun çözümü Ürdün Nehri’nden Akdeniz’e uzanan tüm tarihsel Filistin’i kaplayan, emperyalizmle tüm köprülerini atmış, demokratik, laik ve sosyalist tek bir Filistin devletinin kurulması ve Siyonizmin ortadan kaldırılmasıdır. İki devletli yapı, Siyonizmin yayılmacı tutumu sebebiyle mümkün değildir. İki devletli yapı, daha önce bu yönde atılan her adım Siyonizmin daha fazla alan işgal etmesi, daha fazla yasa dışı yerleşimci yerleştirmesi ve daha fazla Filistinlinin canından ve yurdundan olmasıyla sonuçlandığı için mümkün değildir. İki devletli yapı Filistin’i fiili anlamda ortadan kaldırdığı için bir çözüm değildir. İki devletli çözüm, bugün yurdundan sürülmüş durumda mülteci kamplarında yaşayan milyonlarca Filistinlinin yurtlarından ilelebet vazgeçmesi anlamına geldiği, İsrail topraklarında kalanlara yurtlarını terk etmek, ölmek veya yaşamları boyunca ırkçılık ve ayrımcılığa maruz kalmak dışında bir seçenek sunmadığı için bir seçenek değildir.

Nov 20, 202304:19
Filistin’e özgürlük, İsrail’e boykot!

Filistin’e özgürlük, İsrail’e boykot!

Filistin halkı bir kez daha kendi kaderini eline almak, işgalci Siyonistlere karşı varlığını savunmak için mücadeleye atıldı. Yenilmez denilen İsrail, direnişi kırmak için tüm gücüyle sivilleri vurmak dışında bir şey yapamaz durumda. Filistin direniş örgütleri bu mücadeleyi kazanabilir ama dışarıdan da desteklenmeleri lazım. Emperyalistler tehlikeyi fark edip hemen ileri karakolları İsrail’in yardımına koşmuş durumda. Bizim de Filistin halkının dostları olarak elimiz kolumuz bağlı değil, Filistin’i desteklemek için yapabileceklerimiz var.

İsrail ile Türkiye arasında ticaret hacmi son 20 yılda %500’den fazla artarak 9 milyar dolara dayanmış durumda. İsrail’in çelik pazarının % 65’i Türkiye’den giden ürünlerden oluşuyor. Yani Siyonistlerin alt yapısı da üst yapısı da bizim çeliğimizle kuruluyor, sağlamlaştırılıyor. Masumların üzerine yağan bombaların hammaddesinin önemli bir kısmı iki ülke arasındaki ticaret sayesinde sağlanıyor. İsrail’le ticari ilişkilerin kesilmesi demek, İsrail’in hem uluslararası alanda yalnızlaştırılması için bir ilk adım demek hem de bu katliamcı rejimin yaşam kaynaklarından birinin kesilmesi demektir. Onun için AKP hükümeti hamaseti ve emekçi halkın öfkesini sindirecek içi boş eylemleri bırakıp tüm ekonomik, diplomatik, askeri, kültürel, akademik ilişkileri kesmelidir. Bu memleketin işçisinin, emekçisinin, köylüsünün eli kanlı Siyonistlerin üç beş kuruşuna ihtiyacı yoktur.

Nov 20, 202301:33
Filistin davası bir birlik ve kardeşlik parolasıdır! Irkçı nifak tohumları ekenler emperyalist ve Siyonist uşağıdır!

Filistin davası bir birlik ve kardeşlik parolasıdır! Irkçı nifak tohumları ekenler emperyalist ve Siyonist uşağıdır!

Filistin davası ve direnişi bir Arap ya da İslam davası olarak görülmemeli. Tam tersine bu bir insanlık davasıdır. Dünyanın dört bir yanında her milletten, memleketten farklı dilden ve inançtan insanlar Filistin halkının yanında birleşti. Bölgemizde son 10 yılda mezhep savaşlarında oluk oluk kan aktı. Sünni-Şii savaşının arkasında ABD ve İsrail vardı. Taşeron olarak bölgedeki Suud gibi Emirlikler gibi Türkiye’deki AKP iktidarı gibi işbirlikçiler kullanıldı. Unutmayalım. Türkiye’de Maraş’ın Çorum’un Sivas’ın mezhepçi katliamlarının failleri de İslamcı-Ülkücü kisvesindeki NATO kontrgerillasının elemanlarıydı.

Filistin direnişi birleştiriyor!

Filistin direnişi mezhepleri aşıyor. Emperyalizmin ektiği nifak tohumlarını toprağın altında bırakıyor. Hamas Sünni, Lübnan Hizbullah’ı Şii ama aynı direniş cephesindeler bugün. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi sosyalist örgütler ve onlar da direniş cephesinde. Saflarında her inançtan mücadeleci insan var. Geçmişte de Deniz Gezmişler, pek çok Türk ve Kürt devrimcisi o saflarda İsrail Siyonizmine karşı savaşmıştı. Siyonizm Yahudilik değildir Anti-Siyonizm de Yahudilik düşmanlığı değildir. Tüm dünyada devrimci sosyalizmin saflarındaki sayısız Yahudi, Siyonist İsrail’e düşman Filistin’e dosttur! İsrail’i lanetleyen ve inançlarına aykırı gören Yahudi din gruplarını Batı’da eylemler yaparken, İsrail’de ise Siyonist polisin gadrine uğrarken görüyoruz. Türkiye’de de İsrail konsolosluğunun önü, meydanlar emperyalizme ve Siyonizme karşı duran insanlarımızı birleştiriyor!

İsrail Turanı’na hayır! Türkün çıkarı emperyalizmle ve Siyonizmle örtüşmez!

Peki bugün bu birliği bozmaya çalışan kimler? En başta Irkçı-Turancı faşistler! İsrail Siyonizmine hizmetlerini Türk milliyetçiliği ve Arap düşmanlığının arkasına gizliyorlar. Zehir saçıyorlar. Siyonist İsrail Azerbaycan’ı İran’a karşı üs olarak kullanmak için Aliyev’e silah ve para gönderdi. Şimdi Aliyev soykırımcı Siyonizmi petrolle besliyor. Irkçı-Turancı faşistler de bu kirli ittifakı Arap düşmanlığının yanına Ermeni düşmanlığını da ekleyerek alkışlıyor. Bu utanç verici politikada Türk’ün çıkarı yoktur utancı vardır. Pratik sonucu Türkiye’deki mali ve askeri boyunduruğun artmasıdır. Türklük namına Araplara karşı ırkçılık yayanlar, Filistin davasını kötüleyenler, İsrail’i modern, laik bir ülke gibi lanse edip, terörle savaşıyormuş yalanını söyleyenler Türk işçisine, emekçisine, köylüsüne değil emperyalizme ve Siyonizme ve onların ortağı işbirlikçi patronlara hizmet eder.

Nov 20, 202303:03
Devrimci İşçi Partisi 7. Kongresi: Emperyalizme ve Siyonizme karşı savaşında Filistin halkının kayıtsız koşulsuz yanındayız! Yıkılsın Siyonist İsrail devleti!

Devrimci İşçi Partisi 7. Kongresi: Emperyalizme ve Siyonizme karşı savaşında Filistin halkının kayıtsız koşulsuz yanındayız! Yıkılsın Siyonist İsrail devleti!

Devrimci İşçi Partisi, Filistin direniş örgütleri tarafından ortak bir operasyon odasından sevk ve idare edildiği açıklanan bu taarruzu haklı ve meşru görür. Anti-emperyalist ve anti-Siyonist duygularla selamlar.

Filistin’de tufan durup dururken kopmadı!

El Aksa Tufanı, Gazze’de konuşlu bir ya da birkaç örgütün durup dururken karar verip uygulamaya koyduğu bir operasyon değildir. El Aksa Tufanı, Filistin halkının yüz yıl önceki Balfour Deklarasyonu’ndan bugüne karşı karşıya bırakıldığı katliamlara, etnik arındırmaya ve içine itildiği zillet koşullarına bir yanıttır.

Filistin halkının Siyonizme karşı savaşı haklı ve meşrudur!

Filistin direniş örgütleri, Filistin’i haritadan silmenin öyle kolay bir iş olmadığını göstermiş, Siyonist İsrail’e, hak ettiği bir ders vermişlerdir. Devrimci İşçi Partisi, Filistin halkının topraklarına geri dönme hakkını kayıtsız ve koşulsuz savunur. Filistinlilerin bu haklar için savaşması meşrudur.

İsrail Siyonizminin soykırımcı saldırısına ve ikinci Nekbe'ye karşı birleşelim!

İsrail, El Aksa Tufanı operasyonuna karşı Gazze’de açık bir soykırıma girişmiştir. Önemli bir bölümü çocuk 6 binden fazla sivil Siyonistlerin bombardımanı ile katledilmiştir. Sayı her an artmaktadır.

Siyonizmle işbirliğine ve normalleşmeye son! Emperyalizmin üssü olmayacağız!

İsrail’i koruyan İncirlik üssü ve İsrail’in gözü kulağı Kürecik radar üssü çalışmaya devam etmektedir. Katliam sürerken, Türkiye’nin İsrail ile ticareti de, askerî ilişkileri de sürmektedir.

İsrail’e boykot Filistin’e özgürlük!

Devrimci İşçi Partisi tüm dünyadaki, özellikle de emperyalist merkezlerdeki işçi sınıfı örgütlerini, sendikaları, siyasî partileri İsrail’e yönelik etkili boykot faaliyetleri yürütmeye çağırır.

Emperyalizmin ve Siyonizmin yenilgisi için ve Filistin’de devrimci çözüm için ileri!

Devrimci İşçi Partisi, Filistin meselesinin mümkün olan tek çözümünü savunur: Müslüman ve Hristiyan Araplarla Yahudilerin bir arada yaşayacakları, nehirden denize tüm tarihî Filistin’i kapsayacak, özgür, demokratik, laik ve sosyalist bir Filistin!

Tüm bölge halklarının ortak kurtuluşunu mümkün kılacak tek program için mücadele eder: Ortadoğu (Batı Asya) ve Kuzey Afrika Sosyalist Federasyonu!

Amacımız, emperyalizmin yenilmesi, Nazi Almanya’sı gibi Siyonist İsrail’in de yıkılması ve Filistin halkının özgürlüğünü kazanmasıdır! Kahrolsun emperyalizm!

Başta İncirlik ve Kürecik olmak üzere emperyalist üsler kapatılsın! Siyonist elçi kovulsun! İsrail’le askeri, ticari, diplomatik tüm ilişkiler kesilsin!

NATO’dan çık, NATO’yu yık!

Yıkılsın Siyonist İsrail devleti!

Nehirden denize özgür Filistin!

Nov 16, 202304:34
Levent Dölek: Türkiye solu CHP’nin başına doğru kişi geçtiğinde değil, CHP’den koptuğunda kurtulur

Levent Dölek: Türkiye solu CHP’nin başına doğru kişi geçtiğinde değil, CHP’den koptuğunda kurtulur

CHP’nin 39. Kurultayında Kılıçdaroğlu seçimi Özgür Özel’e kaybetti. Özgür Özel, CHP tarihinin 8. Genel Başkanı oldu. Özgür Özel kurultay sürecinde, Osmaniye’de partisinin il örgütünde bir konuşma yaparken vatandaşın biri ona bir kasket hediye etmişti. Özgür Özel de başına kasketi geçirip “Bu, CHP’yi 1970’lerde birinci parti yapan Karaoğlan Ecevit’in şapkasıdır, bu şapkayla, genel seçimleri de yerel seçimleri de kazanacağız.” demişti. Bülent Ecevit, 1972’de İsmet İnönü’yü yine bir kurultay sürecinde devirmiş ve partinin başına geçmişti. Özgür Özel de kurultayda Kılıçdaroğlu’na galebe çalınca Ecevit benzetmeleri daha da fazla yapılır oldu. Tesadüf o ya genel başkanlık seçiminin ertesi günü 5 Kasım da Ecevit’in ölüm yıldönümüne denk geldi. Özgür Özel’in CHP genel başkanı olarak ilk açıklaması da Ecevit’i anmak oldu.

Özgür Özel’in Kılıçdaroğlu’ndan ayrı olarak genç olması dışında matah bir özelliği yok. Farklı bir politikası da yok. Zaten Kılıçdaroğlu ne yaptıysa o da hep oradaydı. Şimdilerde Gelecek, Deva, Saadet üçlüsüne verilen milletvekillerinde ve Ümit Özdağ ile yapılan protokol konusunda kendisine danışılmadığını söylüyor. Haklı da olabilir. Ama bunlar işin taktik kısmıydı. Özel’in Erdoğan’ın karşısında bir Amerikan muhalefeti oluşturma stratejisine karşı herhangi bir görüşünü bilmiyoruz. Kurultayda üstüne basa basa, ağzını doldura doldura Gazze’deki direnişe terörist diye saldırarak da bunun altını iyice çizdi. Yine AKP-MHP’nin tabanını, alternatif siyasal İslamcı ve faşist partiler eliyle oyma stratejisine de en ufak bir eleştirisine tanık değiliz.

Ama mesele kişiler değil. Mesele, CHP’nin sınıf karakteridir. CHP hiçbir zaman sol da sosyal demokrat da olmamıştır. İsmet İnönü “ortanın solu” tanımını ortaya attığında da Ecevit “ortanın solu” söylemini program haline getirdiğinde de bu böyleydi. Ortanın solu başından itibaren anti-soldu! Biz demiyoruz. “Ortanın Solu” kitabında Ecevit diyor: “… ezilen, yoksulluk çeken insanlarda birikecek isyan duyguları kabarıp taşma noktasına varabilir. Sınaîleşmeye başlamış toplumlarda bu tehlike daha da büyüktür. İşte o zaman aşırı sol akımlar, bu isyan duygusunu, yıkıcı ve yaygın bir sel haline getirebilir. Ortanın solu, bu sele karşı en sağlam duvar, en etkili settir.” Meseleye kimlikçi gözlükle bakarsanız burada “ılımlı sol” görürsünüz, sonra da zaman geçip yaşlandıkça sağcılaştığını zannedersiniz. Meseleye kimlikçi gözlükle bakarsanız kürsüden “CHP, Sosyalist Enternasyonal üyesidir” diye bağırırken bunu solculuk emaresi zannedersiniz.

Sınıfsal analizle baktığınızda ise “sosyalist enternasyonalin” işçi sınıfından gelse de ona ihanet etmiş, burjuvalaşmış ve emperyalizmin has partileri haline gelmiş bir “emperyalist-kapitalist enternasyonal” olduğunu görürsünüz. Bu gözle CHP’ye baktığınızda ise tarihinin hiçbir aşamasında Sosyalist Enternasyonal partileri gibi işçi sınıfı ile organik bir ilişkisi olmamış, dolayısıyla işçi sınıfına ihanet bile etmemiş dümdüz bir burjuva partisi görürsünüz. Örneğin, yıllar geçmiş, Ecevit yaşlanmış ama sınıfsal pozisyonu değişmemiştir. Burjuvazinin çıkarı 28 Şubat’ın desteklenmesini gerektirdiğinde Ecevit vazife alır, MHP ile koalisyon kurulması icap ettiğinde Ecevit tabuları yıkacaktır. 1999 depreminde halk enkaz altındayken mezarda emeklilik yasasını bir gece yarısı meclise getirip geçiren Ecevit, 2001 krizinden sonra emperyalizmin mutemedi olarak Kemal Derviş’i işçi sınıfının başına musallat eden 1972’deki ile aynı Ecevit’tir.

Bir olayın iki defa tekrarlanmasında ilki trajedi, ikincisi komedi olur dedik. Peki bir olay ya bir değil, iki değil defalarca tekrarlanırsa? Öyle şey mi olur demeyin. Türkiye solunun CHP’ye bel bağlamasının örneklerine ne sayı yeter ne edebiyat literatürü. Ama artık bu hikâye burada bitmeli. Türkiye sosyalist hareketi sol olacaksa CHP’den kopmalı ve yüzünü işçi sınıfına dönmeli. CHP’nin yeni başkanı ile cehenneme kadar yolu var. Bunca olan bitenden sonra hala CHP’nin trenine atlamaya niyetli olan varsa onlara da güle güle!

Nov 15, 202305:33
Sungur Savran: Filistin’in sömürgeci İsrail’e isyan hakkı yok mu?

Sungur Savran: Filistin’in sömürgeci İsrail’e isyan hakkı yok mu?

7 Ekim’den bu yana Türkiye’de yüzünü Batı dünyasına dönmüş eğitimli katmanlar ve bunların sola yatkın kesimleri, Hamas’ın İsrail’e karşı başlattığı el Aksa Tufanı eyleminin, sivilleri de hedef alan aşırı şiddete dayandığı için desteklenemeyeceğini savunuyor. İsrail’in Gazze’ye bir aydır uyguladığı ağır çekim soykırımın barbarlığı bunların artık ilk günlerdeki gibi yüksek sesle konuşmasını olanaksızlaştırdı ama emin olabiliriz ki bu koşullar değiştiğinde benzeri homurtular yeniden artacaktır. Kalıcı bir sorunla karşı karşıyayız, deşmemek olmaz.

Bu kesimler Avrupa ve Amerika’nın demokrasisine hayran. Bu demokrasinin o ülkelerde nasıl kurulmuş olduğunu da az çok biliyorlar. Bu kesimlerin yücelttiği burjuva cumhuriyetinin Fransa’da kalıcı olarak kuruluşu neredeyse yüz yıla yayılan dört devrim sayesinde olmuştur (1789, 1830, 1848, 1871). Devrim diyen neredeyse kaçınılmaz olarak şiddet demiş olur. Hiçbir toplumun hâkim sınıfları iktidarı güle oynaya yeni birtakım güçlere teslim etmeyecektir.

Biliniyor ki, bu dört devrimin ilki, 1789 ila 1815 arasında sadece Fransa’yı değil Rusya’ya kadar bütün Avrupa’yı sarsan ve bütün dünyada burjuvazinin çağını açan Büyük Fransız Devrimi’dir. Bu devrimin en yerleşik sembolü nedir? Giyotin! Fransız devrimi önce eski rejimin kralının kellesini kesmiş, ardından devrimciler birbirlerine düşerek tam bir terör rejimi kurmuştur. Daha ileriki bir aşamada ise ünlü general Napolyon Bonapart kırda toprak köleliğini ortadan kaldıran Fransız devrimini süngüyle Rusya sınırlarına kadar taşımıştır. Bu çeyrek yüzyılda yaşanan şiddetin, yitirilen canların haddi hesabı yoktur.

Yani cumhuriyet ve demokrasi Avrupa’ya okyanuslar kadar çok kan akıtılarak gelmiştir.

Amerika da farklı değildir. 18. yüzyıl ortasına kadar Kuzey Amerika, İngiliz sömürgesiydi. Bu sömürgelerden 13 tanesi 1770’li yıllarda bağımsızlığını ilan etti. Elbette İngiltere bu verimli sömürgelerinin bağımsızlığını bir asilzade selamıyla kabul etmedi. Bağımsızlık, modern tarihin gördüğü en şiddetli, en gaddar savaşlarından biri sonunda kazanıldı. Buna Amerikan devrimi dendi.

Amerika bugün bir burjuva demokrasisi yaşıyorsa bunu, devrimcilerinin sömürgeciye karşı gereken her yöntemi kullanmasına borçludur.

Amerika ve Avrupa bunu kendileri de gayet iyi biliyorlar, ama bu toplumların yöneticileri, bugün işçi ve emekçiler ayaklandığında veya ezilmiş halklar emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı isyan ettiğinde hemen “terör”, “vahşet”, “insanlık suçu” diye haykırmaya başlıyorlar. Onları anlamak mümkün: Bu ülkelerin hâkim sınıfı burjuvazi, işçi sınıfının sömürülmesine dayanan kapitalizmden ve 19. yüzyılın sonlarında yerleşen emperyalist dünya sisteminden büyük fayda elde ediyor. Bu sisteme her meydan okuyuş karşısında bütün propaganda silahlarını kullanmaları anlaşılır.

Peki, Türkiye’nin Avrupa ve Amerika’nın demokrasisine hayran eğitimli katmanlarına ve onların solcu kesimlerine ne oluyor? Onlar neden mesela Filistin’de Hamas, sömürgeci Siyonist İsrail devletine kayıplar yaşattığında birden Amerika-Avrupa hâkim sınıflar korosuna katılıyor? Birdenbire Filistin halkının çok gaddar bir yerleşimci sömürge yönetiminin zulmünü tam 75 yıldır yaşamakta olduğunu görmezlikten geliyor?

Bu katmanlar Türkiye’nin Batı sistemiyle bütünleşmesinden büyük çıkar sağlıyor da ondan. Kimi doğrudan sermaye ve ticaret yoluyla, kimi parasını oralarda tutarak, kimi ev alarak, kimi vatandaşlık satın alarak, kimi burs ya da derneğine “fon” bekleyerek, kimi her ne sanat ya da bilim icra ediyorsa orada şöhret olma hayaliyle yaşadığı için. İşte bu yüzden bundan yaklaşık 70 yıl önce Türkiye’yi NATO denen korsanlar örgütüne bağladılar. Bu yüzden NATO’nun ve emperyalizmin çıkarına dokunan her mücadeleye karşı olmak için bir kulp bulurlar.

Bunların ikiyüzlü dünyalarında Güney Afrika’nın ilk siyahi cumhurbaşkanı Nelson Mandela çok olumlu bir yere sahiptir.

Güney Afrika’daki o çok sınırlı kurtuluşun kökünde şiddet yatıyorsa aynı şeyi Filistin’den esirgemek kimin haddine düşmüş?

Nov 15, 202305:12
Ertuğrul Oruç: Covid-19’un yeni varyantı hızla yayılıyor, bakanlık önlem almıyor

Ertuğrul Oruç: Covid-19’un yeni varyantı hızla yayılıyor, bakanlık önlem almıyor

Covid-19 pandemisi yeniden kapımızı çaldı. Aslında hiç gitmemişti. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Mayıs 2023’te Covid-19’u “küresel acil sağlık durumu” olmaktan çıkarmıştı ancak pandemi bitti dememişti. Azalmış da olsa Covid-19’dan ölümler devam ediyordu. Türkiye ise çok kısıtlı şekilde paylaştığı Covid-19 verilerini Mart 2023’te sonlandırmıştı (Oysa o ay 85 vefat görülmüştü). Test yapmayı bırakmış, tüm önlemleri de kaldırmıştı. Dolayısıyla dünyada hızla yayıldığı bilinen yeni alt varyantlara karşı Türkiye savunmasız hale gelmişti.

TTB (Türk Tabipleri Birliği) gibi meslek örgütleri, Covid-19’u yakından takip eden uzmanlık dernekleri ve duyarlı bilim insanları, dünyadaki ile benzer şekilde Türkiye’de de Covid-19 salgını olmasının kuvvetle muhtemel olduğunu, devletin yeniden test yapmaya başlaması ve Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) de dikkat çektiği gibi tespit edilecek virüsün analizlerinin yapılarak alt varyantının belirlenmesi gerektiğini, Sağlık Bakanlığına hem medya aracılığı ile hem de resmî kanallardan defalarca iletti. Ancak bakanlık o günlerde bu uyarılara kulak asmadı.

Nihayet bakanlık Eylül ortasında, Türkiye’de Covid-19’un yeni alt varyantını taşıyan 9 hastanın tespit edildiğini ilan/itiraf etti. Bakan hem bu açıklamasında hem de sonraki günlerde yaptığı açıklamalarda virüsün ülke içinde yayılımını çok iyi takip ettiklerini, virüsü çok iyi tanıdıklarını, bu alt varyantın öldürücülüğünün çok düşük olduğunu, endişeye gerek olmadığını da belirtti. Oysa ülkede virüsü tespit etmek için ne test yapılıyor ne de yayılmasına karşı önlem alınıyor.

Dünyada bugün için haftalık vaka sayısı 200 binin üzerinde seyrediyor. Haftalık ölüm sayıları ise 1.000’lerde. Tekrar altını çizelim, sadece Türkiye’nin değil dünya ülkelerinin çoğunun yaygın test yapmadığı koşullarda tespit ediliyor bu sayılar. Dolayısıyla gerçek rakamlar muhtemelen çok daha fazla.

Virüsler ne kadar fazla insana bulaşırsa o kadar yeni varyant türetme kapasitesi kazanabilen organizmalar. Doğru, şu anki yeni varyantların öldürücülük kapasitesi neyse ki düşük görünüyor. Ancak bu demek değil ki öldürmüyor. Örneğin Hatay Erzin Devlet Hastanesi Başhekimi yeni varyant nedeniyle vefat etti. Salgın dünyada bu hızla yayılmaya devam ederse daha öldürücü ve bulaşıcı yeni varyantlar türeyebilir. Böyle bir durum, emekçi halkı ve işçileri, pandeminin ilk günlerinden çok daha beter günlerin beklediği anlamına gelebilir. Hem Sağlık Bakanlığı hem de bir bütün olarak hükümet, salgının ilk günlerinden itibaren yalnızca sermayenin çıkarları doğrultusunda bir politika izlemişti. Fabrikalara tabur tabur işçileri yollayıp emekçi halkı önlemlerin alınmadığı iş yerlerine sürmüştü. Bugün de benzer bir tutum alacağını yeni varyanta karşı yaklaşımından anlamak güç değil.

Yeni varyantların daha fazla hastayı öldürmemesi ve daha öldürücü bir forma dönüşmemesi için Sağlık Bakanlığı şu önlemleri derhal hayata geçirmeli: Yeni varyantlara karşı etkili aşıları tedarik edip yaygın aşılamaya geçmeli. Aşı tereddüdüne ve aşı karşıtlığına karşı, halkı ikna edici, ciddi bir kampanya yürütmeli. Yaygın test uygulamasına tekrar geçip vaka ve ölüm sayısı gibi verileri halkla şeffaf şekilde paylaşmalı. Kârdan yana değil, işçi sınıfından ve emekçi halktan yana ihtiyaçları gözeterek önlemleri almalı.

Oct 10, 202304:35
Armağan Tulun: “Aile çalıştayı”: Medeni Kanun’a, boşanma ve nafaka hakkına saldırı zemini hazırlığı

Armağan Tulun: “Aile çalıştayı”: Medeni Kanun’a, boşanma ve nafaka hakkına saldırı zemini hazırlığı

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, 81 ilde bakanlığa bağlı il müdürlüklerine ailenin korunması, güçlendirilmesi ve sosyal refahın arttırılması amacıyla “Aile Çalıştayı” düzenlenmesine dair bir yönerge göndermiş. Göndermiş diyoruz çünkü bu toplantılardan ancak düzenlendikten sonra haberdar olabildik. Sözde, üniversiteler, akademisyenler, sivil toplum kuruluşları ile kamu kurum ve kuruluşlarının katılımıyla düzenleneceği ifade edilen toplantılar neredeyse gizli saklı biçimde, kadınlardan, ilgili meslek örgütlerinden, sendikalardan adeta kaçırılarak gerçekleştirildi.

Gerçek gazetesinin Eylül sayısında Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı’nın, Adalet Bakanı’nın boşanma, nafaka hakkı gibi konuları tartışmaya açarak aile hukukunu sil baştan yazmaktan bahsetmelerine değinmiştik. AKP’nin kendi yanına alarak meclise soktuğu Hüda Par ve Yeniden Refah ile birlikte, kadınlar için zaten kolay olmayan boşanma sürecini daha da zorlaştırmanın, türlü çarpıtmalarla nafaka hakkını kadınların elinden almanın, hatta Medeni Kanun’da yapılacak ciddi değişikliklerin peşinde olduğu ortada. Böyle bir durumda, bakanlığın ve ona bağlı il müdürlüklerinin bu toplantılara kimi hangi kritere göre çağırdığı belli olmasa da amacı bellidir: İktidar, kadınların haklarına yönelik taarruzlarını son dönemin moda deyimi ile “biz tüm paydaşlardan görüş aldık” diye pazarlayacaktır. Bu toplantılar, ailenin korunması ve güçlendirilmesi kisvesi altında yapılan bu taarruza zemin hazırlama toplantılarıdır. Öyle ki çalıştaylar yapıldıktan sonra hazırlanan raporlar da gizli tutulmaktadır. Bakanlık çalıştayların düzenlemesine dair gönderdiği yönergeye bizzat raporların üçüncü kişilerle paylaşılmaması talimatını da eklemiştir.

81 ilde düzenlenen çalıştaylarda ele alınacak konular da yine Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından belirlenmiş. Belirlenen 6 konu şöyle: “Aile, Eşitlik ve Adalet”, “Aile, Sosyal Kalkınma ve Refah”, “Aile, Hayat Boyu Gelişim ve Öğrenme”, “Aile, Çevre ve İklim”, “Aile, Teknoloji ve Dijitalleşme”, “Aile Odaklı Sosyal Hizmetler”. Bu kadar güdümlü bir şekilde düzenlenen toplantılara hasbelkader toplantılara girmiş kişilerin aktardıklarına göre bu başlıklar tartışılırken kadınları eve, gerekirse mutsuz evliliklere hapsetmeyi meşru görenler, kadınların toplumdaki rolünün sadece annelik olması gerektiğini savunanlar, evlenme yaşının yükselmesinden yakınanlar olmuş. Doğrudan şahit olmadık, basında görmedik, ama doğrudur, en azından bu zamana kadarki AKP iktidarlarına bakınca gerçekliği kuvvetle muhtemel iddialar olduğunu söyleyebiliriz. Dahası bu çalıştaylardan bazılarında ortaya çıkan başka örnekler, doğru olduğunu düşünmemiz için yeter de artar bile.

Bir örnek Balıkesir’den. Balıkesir Valiliği kendi resmi internet sitesinde 22 Eylül günü çalıştayın haberini yayınlamış ve toplantıya katılan “paydaş”lardan Balıkesir Valisi İsmail Ustaoğlu’nun açılışta yaptığı konuşmayı aktarmış. Vali konuşmasında şöyle diyor: “Kadim geleneğimizde aile ile toplum, aile ile devlet bir ve hep beraber olmuştur. Tarihte bunun birçok örneğini görürüz. İşte büyük cihan padişahlarının aile yaşantılarından tutun, devletimizin, imparatorluğumuzun kuruluş sürecinden cumhuriyete geldiğimizde ve cumhuriyete geçiş sürecimizden itibaren hep ailelerin ön plana çıktığını, güçlü ailelerin hep ön planda olduğunu hep beraber görürüz.” Cihan padişahlarının aile yaşantısından kasıt kadınların köle cariyeler olduğu harem hayatı mı? Kadınların haklarını savunanları düşman olmakla suçladıkları aile bu mu?

Kadınların bugün Medeni Kanun’da yazan nafaka, boşanma vb. konularda sahip oldukları hakların geriletilmesi girişimi, tüm kadınlara karşıdır. İşte bu nedenle bugün yapmamız gereken, haklarımızı savunurken dinin hukuka, siyasete, devlete karıştırılmaması temelinde laikliği de savunmaktır

Oct 10, 202305:20
DİP Bildirisi:Siyonist katliamlar karşısında Filistin halkının meşru müdafaa hakkını savunuyoruz!

DİP Bildirisi:Siyonist katliamlar karşısında Filistin halkının meşru müdafaa hakkını savunuyoruz!

Hamas’a bağlı El Kassâm Tugayları 7 Ekim Cumartesi sabahı, işgalci İsrail'in son dönemde Filistinlilere yönelik artan katliamlarına bir yanıt olarak, Siyonist devlete karşı bir saldırı başlattı. Gazze’den çok sayıda roket işgalci İsrail’in elindeki topraklara atılırken, Filistin güçleri İsrail’in ilan ettiği sınırı geçerek Siderod gibi bazı kentlere girdi ve düşmana önemli kayıplar verdirdi. İlerleyen saatlerde Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) ve İslamî Cihad gibi diğer Filistinli gruplar da harekâta destek açıklamalarında bulundular. Hamas, Lübnan’daki Filistinli direnişçileri de Siyonistlere karşı harekete geçmeye çağırdı.


Filistin halkının mücadelesinin çok önemli bir anını yaşamaktayız. Bir kez daha, Filistin halkının topraklarını işgal edip kendisine sistematik bir etnik arındırma uygulamış, kentlerini defalarca bombalamış, geride kalanlar için korkunç bir Apartheid rejimi inşa etmiş bulunan İsrail’e karşı direnişinin haklı ve meşru olduğunu vurguluyoruz. Dahası, bu operasyon, İsrail’in son aylarda Filistin halkına yönelttiği sayısız katliama açık ve haklı bir yanıttır.


Öte yandan emekçi halkımız bu operasyonun sadece Siyonist İsrail’e yönelik olduğunu, sadece ona bir mesaj olduğunu sanmamalıdır. El Kassâm başta olmak üzere Filistinli örgütler, bu muazzam hamleleriyle, kendilerini sırtlarından bıçaklayan Arap liderlerine ve elbette Erdoğan’a da açık bir mesaj vermektedirler: Filistin halkı, sizin dolar hesaplarınıza uyarak direnişten vazgeçmeyecek! Emperyalistlerle ve Siyonistlerle saf tutmayacak! Siyonistlerle aşk yaşayan istibdad rejimi Filistin hareketinin hamlesine en az İsrail kadar hazırlıksız yakalanmıştır. Bu operasyon, işgalci İsrail’in yanısıra, Filistin gazının çalınmasında suç ortaklığına hazırlanan, Kafkaslar’dan Ortadoğu’ya Siyonistlerle derin bir ittifaka soyunan Erdoğan’ı ve AKP-MHP istibdadını da hedef almaktadır.


Devrimci İşçi Partisi, Filistin direniş güçlerinin başlattığı El Aksa Tufanı operasyonunu haklı ve meşru bir hamle olarak görür ve destekler. Emekçi halkımızı ve tüm bölge halklarını Siyonizme karşı durmaya, Filistin halkına destek olmaya, Arapların ve Yahudilerin barış içerisinde bir arada yaşayabileceği demokratik, laik ve sosyalist bir Filistin’in inşası için, Ortadoğu Sosyalist Federasyonu’nun kurulması için mücadeleye çağırır.


Siyonizm yenilecek, direnen Filistin kazanacak!


Yıkılsın Siyonist İsrail devleti!


Yaşasın laik, demokratik, sosyalist Filistin!


Yaşasın Ortadoğu Sosyalist Federasyonu!

Oct 07, 202303:00
Levent Dölek: Tek beldede sosyalizm olmaz

Levent Dölek: Tek beldede sosyalizm olmaz

Seçimlerden sonra ortalık Kılıçdaroğlu’nun aslında AKP’ye ve Erdoğan’a çalıştığını iddia eden komplo teorilerinden geçilmiyor. Bu teorileri dillendirenlerin pek çoğu seçimden önce Kılıçdaroğlu’na oy vermeyenleri kolaylıkla “Erdoğan’a çalışmakla” suçlayabiliyordu. Seçimden önce “piro” diye peşinden koştukları Kılıçdaroğlu’nun işbirlikçiliğini keşfedenlerin gönül gözü mü açıldı birden? Tabii ki hayır. Dün Kılıçdaroğlu’na kurtarıcı olarak bakmak da bugün onu ajanlıkla suçlamak da aynı körlüğün, düzen siyasetinin körlüğünün bir sonucu.

Sol, sınıf siyasetini reddedip “ehveni şer” dedikçe beterin beterini gördük her seferinde. “Sandıkta gerileteceğiz” diye diye gerileyen hep solun kendisi oldu. Yerel seçimler yaklaşıyor ve solun düzen siyasetinden kopmaması, sınıf siyasetine yönelmemesi halinde bir kez daha kafasını duvara toslaması kaçınılmaz görünüyor. Belediyeleri sivil toplum örgütü gibi gören liberal yanılsamayı solun saflarından atmak gerekiyor. İstanbul’da, Ankara’da ve başta olduğu her yerde CHP muhalefet partisi falan değildir. Devletin ve iktidarın bir parçasıdır. Burada düzen partilerinin kavgası kent rantını paylaşma kavgasıdır. Solun bu kavgada yeri yoktur olamaz. Dolayısıyla bu kavganın bir tarafı desteklenemez. Sınıf siyaseti emekçi halkın çıkarlarına dayanmalı, rant kavgasına karşı kent topraklarının ve özellikle deprem ve fahiş kiralar dolayısıyla konutların kamulaştırılmasını öne çıkarmalıdır. Dolayısıyla da sosyalistler güçlerini birleştirerek bu programın adaylarını çıkarmalıdır.

Sosyalistlerin güç birliği yapması, seçimi kazanmak ve belediyeleri almaktan ziyade emekçi halkı düzen siyasetinden koparacak bir çekim merkezi yaratmak için gereklidir. Sosyalistlerin işi kapitalizmin çözümsüz olduğunu anlatmaktır, kapitalizm denizinin içinde “sosyalist belediye” adaları yaratılabileceğine dair yanılsamalar yaratmak değil. Emekçi halkın herhangi bir temel sorununa özel mülkiyet rejimi ile karşı karşıya gelmeden gerçekçi bir çözüm üretmek mümkün değildir. Mevcut düzende belediyelerin üretim araçlarını devletleştirme yetkisi yok. Taşınmazların kamulaştırılmasında da “kamu yararı” kararı valilik onayına tabi. Kooperatif kurarsınız ama o kooperatiflerin benzerleri AKP’li belediyelerde bile kurulmuş olur. Suyu “kanun izin verdiği” kadar ucuzlatır, belediye işçisine “belediye bütçesi elverdiği” kadar zam yaparsınız. Özel şirketleri devletleştirmediğinizde gider “sosyalist sermaye” kurarsınız.

Şimdi bazı yerellerde belediyeler kazanmak, hatta seçim sonucunda “sosyalist belediyeler birliği” kurmak gibi düşünceler epey heyecan yaratıyor. Dersim ve Ovacık modellerinden bahsediliyor. Ama geçmişteki Fatsa örneği bile Fikri Sönmez (Terzi Fikri) ve yoldaşlarının tüm kahramanlığına ve başarılarına rağmen sonuç olarak kapitalizm denizi içinde sosyalist adaların olamayacağını, özellikle merkezi devlet iktidarı burjuvazinin elinde olduğu müddetçe emekçi halkın hiçbir kazanımının güvence altına alınamayacağını kanıtlamıştır. Ama geçmişe de gitmeye gerek yok, Kürt halkının iradesini gasp eden kayyım rejimi ortadadır.

Şehirdeki emlak baronlarının elindeki konutları halkın barınma hakkı için kamulaştırma kararı aldık. Belediyeler gıda bankacılığı yapabilir. Ama gıda bağışlarıyla. Biz yoksulu doyurmak için ağaların topraklarını kamulaştırmaya yöneldik. Vali kamu yararı yok dedi! Danıştay’a mı gideceğiz? Vali kararını aştık, halk konutlara fiili olarak yerleşti. Toprak işgalleri var. İşçiler, emekçiler, yoksul köylüler, devrimci bir seferberlikle tufeylinin elinden hakkı olanı söküp alıyor. Emlak baronlarının borazanları, toprak ağaları, kapitalistler basacak feryadı: Vatan elden gidiyor! Terör! Ve kayyım!

Hiçbir şey yapılmasın mı? Yapılacak tabii. Ama sadece işçi sınıfının ve emekçi halkın gücüne güvenerek. İktidar perspektifini bırakmadan. Her durumda mevcut düzene ve düzen siyasetine dair yanılsamaları ortadan kaldırarak. Yanılsamaları güçlendirerek ve yeni yanılsamalar yaratarak değil.

Oct 07, 202305:54
Sungur Savran: Cumhuriyetin 100 yılının en güzel günleri

Sungur Savran: Cumhuriyetin 100 yılının en güzel günleri

Cumhuriyetin 100. yıldönümü bu ayın sonunda geliyor. Herkes kendine göre bir bilanço çıkaracak. Bu bilançolar bütün politik ve ideolojik odakların dünyaya ve Türkiye’ye nasıl baktığına ilişkin birer turnusol kâğıdı olacak.

Bizim çıkaracağımız bilançonun özü şudur: Cumhuriyet tarihte ileri doğru bir sıçramadır, insanları padişahın kulu olmaktan çıkarmıştır, ama ilk günden sonuna dek bir burjuva cumhuriyeti olmuştur. Yani yasalarda herkes eşittir ama fiiliyatta eşitlik tam bir yalandır. Burjuva ayrıcalıklıdır.

Kuruluş sürecinde burjuva sınıfının programını savunan kadrolar, kendi temsilcilerinin yanı sıra Anadolu’nun köylüsünün ve işçisinin de emperyalist işgale karşı mücadeleye katılmasını engellemiştir. Kuruluş sonrası yapılan bütün atılımlar bu topraklarda kapitalist üretim tarzının sağlam biçimde gelişmesini amaçlamıştır. Yeni rejim, kapitalist sınıf için bir kapitalist ekonominin taşlarını adım adım döşerken ne köylüyü yoksulluktan kurtaracak bir gelişme sağlamıştır, ne işçiye başka ülkelerde çoktan elde edilmiş hakları (sendika, toplu sözleşme, grev vb.) tanımıştır.

Biz şimdi işçi hakkında söylediğimize odaklanalım. Bu o kadar doğrudur ki, Türkiye’de işe yarar bir sendikal düzen ancak 1963’te çalışma hayatını düzenleyen yeni yasaların kabulü sonrasında, yani cumhuriyetin kuruluşundan tam 40 yıl sonra kurulmuştur. Bu bile cumhuriyet yönetiminin kendiliğinden verdiği bir şey olmamıştır. Gerçi 1961 Anayasası’na grev bir hak olarak girmişti. Ama 1963’e dek bir türlü yeni hakkının nasıl kullanılacağına ilişkin yasal düzenleme yapılmamıştır. Ta ki 1963’te Kavel metal fabrikasında Kemal Türkler önderliğinde bir grev fiilî olarak yapılana dek! Yani önce grev gelmiştir, sonra bir hak verme anlamında değil, artık zaten hayatın bir gerçeği haline gelmiş bir olgunun patronlar açısından zararsızca yaşanmasını amaçlayan bir yasa çıkarılmıştır!

Ama burjuvazi 20. yüzyılda bütün dünyada var olan bu hakka bile dayanamayacaktır. 1967’de kurulan ve Türk-İş’ten farklı olarak gümbür gümbür mücadele meydanına çıkan DİSK’e sadece üç yıl tahammül edebilmiştir. DİSK’i iş yapamaz hale getirecek tedbirler içeren bir yasa mecliste kabul edilince, Türkiye işçi sınıfı ayağa kalkmıştır. 150 bin işçi sokaklara, meydanlara, İstanbul, Gebze, İzmit gibi sanayi merkezlerine hâkim olmuştur.

15-16 Haziran 1970, cumhuriyetin 100 yılının orta yerine düşer ve bir on yıl boyunca da olsa durumu köklü olarak değiştirir. Türkiye artık burjuva cumhuriyetini olabilecek en iyi rejim gibi yaşamak zorunda değildir. Çünkü 15-16 Haziran ayaklanması Türkiye’de proleter devrimler çağının açılması anlamına gelmektedir. Burjuva cumhuriyeti padişahın tek kişilik hâkimiyetinden farklı olarak herkesin yasa önünde eşitliğine dayanır ama gerçekte bir azınlık iktidarıdır. İşçi sınıfı iktidara geçtiğinde ise toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçiler devletin sahibi olacaktır.

İşte bu yüzden 15-16 Haziran 1970, 100 yıllık cumhuriyetin en güzel günleridir!

15-16 Haziran zaferle sonuçlanmış, DİSK bu büyük eylem sayesinde kurtulmuştur ama burjuvazinin içine derin bir korku düşmüştür. 12 Eylül 1980’de yaşanan genelkurmay darbesi işte tarihin ufkunda yükselen bu işçi devrimine erkenden engel olmayı amaçlayan bir karşı-devrimdir. 12 Eylül işçi sınıfının bütün kazanımlarına, haklarına, mevzilerine, örgütlerine hücum harekâtıdır, sınıfın mücadelesinin önüne bir sürü engel dikmiştir. Var olan toplumu ve devleti, kapitalizmi ve burjuva cumhuriyetini aşacak bir devrime karşı koruyan ön alıcı bir karşı-devrimdir.

O günden bu yana, sadece Türkiye’nin değil dünya durumunun da her geçen yılla kötüye gitmesinin sonucu olarak toplumumuz, sömürünün doruğuna çıktığı hürriyetin dibe vurduğu bir yeni dönemi yaşamaktadır. İşçi sınıfı şunu hiç unutmamalıdır: Türkiye bugünkü duruma 12 Eylül karşı-devrimi dolayısıyla gelmiştir.

Bir gün 12 Eylül’ü tarihin çöplüğüne attığımızda, işçi sınıfını dev bir güç olarak yeniden ayağa kaldırdığımızda, AKP ve MHP de süpürülecek, çok daha güzel günler doğacaktır.

Oct 07, 202305:07
Başyazı: Onların cumhuriyeti bizim cumhuriyetimiz (Ekim 2023)

Başyazı: Onların cumhuriyeti bizim cumhuriyetimiz (Ekim 2023)

Cumhuriyetin 100. yılındayız. Her şeyden önce bir devrimin 100. yıl dönümüdür. Bu ülke 1908 Hürriyet Devrimi’nin ve 1918-1923 arasında bir devrim (ihtilal) olarak Millî Mücadele’nin sonucunda kurulmuştur. Arkasında 1917’de Ekim devrimi ile kurulan Sovyetlerin sadece tüfekle, mermiyle, altınla verdiği destek değil, aynı zamanda dünya çapında yarattığı devrimci iklim de vardır. Ama Cumhuriyetin 100. yılı kutlamalarına bakın. “Devrim” kelimesi yasaklanmış gibidir. “Böyle gelmiş böyle gider” diyenlerin unutturmaya çalıştığı bir şeydir bu. Kimdir bu devrimi unutturmaya çalışanlar? Cumhuriyetin kaymağını yiyenler… Koçlar, Sabancılar, Ülkerler, Limaklar, Cengizler ve onların emperyalist ortakları… Bir devrim sayesinde, daha doğrusu bir devrime çöreklenerek iktidara geçen ve devrimin en büyük düşmanı olan sınıf! Burjuvazi! Patronlar sınıfı!

Peki, 100 yıl sonra yok mudur bu devrimin sahibi? 100 yıl boyunca cumhuriyeti emeğiyle, alın teriyle sırtında taşıyanlar var. “Böyle gelmiş ama böyle gitmez” diyenler. Padişahın kulu olmaktan çıkıp vatandaş olanlar ve bugün de patronların kölesi olmayı reddedenler. Devrimin meşru mirasçısı olan, önümüzdeki yüzyıla umudu taşıyacak olan sınıf! Proletarya! İşçi sınıfı!

Sınıflardan ayrı, sınıf mücadelesinden azade bir cumhuriyet yoktur, olamaz. Erdoğan çıkmış “Türkiye yüzyılı” diyor. Hangi Türkiye’nin yüzyılı? Hayat pahalılığı içinde her gün yoksullaşan milyonların, asgari ücretle ev geçindirmeye çalışan işçilerin, tefecinin eline düşmüş yoksul köylünün, siftah yapamadan kepenk kapatan küçük esnafın Türkiye’si mi? Her geçen gün daha da semiren, kâr rekorları kıran bir avuç patronun ve para babasının Türkiye’si mi? Erdoğan hakkını arayan kim varsa terörist ilan ederek, grevleri yasaklayarak, cumhuriyetin birikimlerini özelleştirerek, kalanları Varlık Fonu’nda toplayıp haraç mezat satışa çıkararak, NATO’ya ve emperyalizme hizmetkâr olarak, cumhuriyetin şehirlerini sermayeye rant kapısı, emekçi halka tabutluk yaparak ve daha nice icraatıyla bu sorunun cevabını çoktan patronlar sınıfından yana vermiş durumda.

CHP de farklı bir cevap vermiyor. CHP ideolojisinde sınıfların çatışmadığı, birbirini tamamladığı ve birlikte yükselecekleri iddia edilir. Ama CHP de AKP gibi ve iktidar olmuş diğer tüm partiler gibi sadece patronlar sınıfını yükseltmiştir. CHP’nin altı okundan biri devrimciliktir ama işi gücü karşı-devrimciliktir. CHP laiklik konusunda bile patronlar sınıfının çıkarlarında Erdoğan’la buluşuyor. CHP’yi, altı okundan biri laiklik diye laikliğin bekçisi zannedenleri de daha çok hayal kırıklıkları bekliyor. 100 yıl önce patronlar sınıfı, Türkiye’nin Batı kapitalizmi ile bütünleşmesinde laikliği savunmuştu. Ama artık aynı Batı emperyalizmi Müslümanları hâkimiyeti altında tutmak için Türkiye’den laiklik kadar dincilik yapmasını da bekliyor. Kılıçdaroğlu yanına siyasal İslamcı Davutoğlu’nu, Karamollaoğlu’nu, Babacan’ı oy kazanmak için değil, patronların ve emperyalizmin rızasını kazanmak için alıyor.

AKP ve CHP’nin yanına tüm diğer düzen partilerini de koyabiliriz ve hepsi patronların Türkiye’sinin partileri olarak aynı kefededir. Cumhuriyetin yeni yüzyılında terazinin karşı kefesinde işçi sınıfının ağırlığını koymasının zamanı çoktan gelmiştir. Cumhuriyeti sırtında taşıyanların cumhuriyetin kaymağını yiyenlerle hesabı vardır. Böyle gelmişse de böyle gitmeyecektir. İşçi sınıfının cumhuriyetinde, Türk ve Kürt, yerli ve göçmen, erkek ve kadın, Sünni ve Alevi eşit olacak! İşçi sınıfı cumhuriyeti NATO’dan çıkacak, emperyalist zincirleri kıracak, dünya halklarıyla bütünleşecek! Zengini daha zengin yoksulu daha yoksul kılan kapitalist düzen bitecek. Fabrikalar bankalar devletin, devlet işçinin olacak!

Oct 07, 202304:22
Ertuğrul Oruç: Kamu emekçilerinin Kavel’i birleşik mücadele ile yaratılabilir

Ertuğrul Oruç: Kamu emekçilerinin Kavel’i birleşik mücadele ile yaratılabilir

Hükümetle yetkili konfederasyon Memur-Sen arasındaki toplu sözleşme pazarlığı mizansene dönüştü. Aldım-verdim oyunu, Hakem Kurulu’na gitti. Hakem Kurulu’nun memurlara, hükümetin sunduğu sefalet oranlarının aynısını “uygun görmesiyle” mizansenin son perdesi oynanmış ve tiyatro bitmiş oldu. Kendilerinin yazıp oynadığı tiyatro bitti ancak memurlar için yoksulluğun gerçekleri başlamış oldu.

Her şeyden önce imzalanan bu toplu sözleşme gayrimeşrudur. Boş bir kâğıt parçası hükmündedir. Memurların sözleşme masasında temsiliyetini kısıtlayan, Hakem Kurulu’nun bileşiminin hükümet (patron) lehine oluşturulduğu ve en önemlisi grev hakkının tanınmadığı bir sözleşme nasıl meşru kabul edilebilir?

Yapılması gereken konfederasyonların, bağımsız sendikaların, meslek örgütlerinin acilen bir araya gelip toplu sözleşme taleplerini belirlemek ve ortak bir eylem planı üzerinde anlaşmak olmalıdır.

Sağlık alanında geçtiğimiz günlerde böyle bir adım atıldı. TTB sorumluluk alıp SABİM’i ve sağlık alanındaki diğer örgütleri bir eylem planı oluşturmak üzere davet etti, davet büyük oranda karşılığını buldu.

Sağlık alanı çok çeşitli (yüzden fazla) meslek grubunu barındıran bir iş kolu. Bu çok parçalı yapısı, düşük örgütlülük düzeyi ile birleştiğinde dezavantaja dönüşüyor. Uzun vadeli çıkarlar yerine giderek kısa vadeli dar mesleki çıkarlar ön plana çıkıyor, bu da topluca eylem örgütlenmesi önünde ciddi engeller oluşturuyor.

Son imzalanan toplu sözleşmede ise kazanan bir meslek grubu yok. Doktoru da taşeron kamu işçisi de kaybeden. Bu anlayış hâkim oldukça hiçbir zaman da kalıcı bir kazanım elde edilemeyecek. Çünkü emekçiler çok parçalı ve görece örgütsüz (atomize) iken patron tarafı (veya hükümet) yekpare hareket etmekte.

İki örnek verelim. İlki kamu alanından. 2000’lerin başından itibaren sağlıkta taşeron çalıştırma almış başını gitmişti. Taşeron, sendikalaşma hakkından yoksun, güvencesiz bir çalışma usulüydü. Zaten doğuş gerekçesi buydu. 90’larda memurlar sendikalaşma haklarını almış (SES/KESK kurulmuş) ve militan mücadeleler veriyordu. İşte taşeron, bu hareketin kamuda önünü kesmek için icat edilmişti. 2010’larda verilen ciddi mücadele sonucu sendikal haklarını aldılar ancak bu sefer de yine örgütlenmeyi (Dev Sağlık-İş) baltalamak için memur olmayan kamu kadrosu yaratılıp hareket sönümlendirildi.

Diğer örnek ise özelden. Maltepe Üniversitesi Hastanesi işçileri 2014’te Dev Sağlık-İş’te örgütlenmiş ve greve çıkmışlardı. Greve neredeyse tam katılım olmasına rağmen özel hastane patronlarının aralarında dayanışması ile grev kırılmış oldu.

Yukarıdaki örnekler patronların sınıf işbirliği içinde nasıl kararlı ve tek vücut davrandığının göstergeleri. Aynı zamanda tek bir meslek grubunun patronlara karşı kısa vadeli kazanımlar elde etse dahi nihai ve uzun erimli kazanımlar alamadığının da bir kanıtı. İşçiler ezildiğinde yalnızca işçilerin, doktorlar ezildiğinde yalnızca doktorların mücadele etmesi yerine topyekûn sağlık emekçilerinin mücadeleye katıldığını düşünün bir de. Sonucun farklı olacağı ya da olabileceği açık değil mi?

12 Eylül sonrası dönemde kamu emekçilerinin mücadelesinin doruğu sendikalaşma hakkı için yapılan eylemlerdi. KESK’i, fiilî-meşru mücadeleler sonunda kamu emekçileri 1995’te kurdu. Bu kazanım kamu alanında hâlâ geçilememiş bir doruk noktasıdır. Ancak bugün yeni doruklara tırmanmak şarttır. Bugünün doruğu grevli toplu sözleşme hakkının kazanılmasıdır. Ve bu hak Türkiye işçi sınıfı tarihinde nasıl Kavel işçileri tarafından yasaklıyken yasağı delip grev yaparak kazanıldıysa, kamu emekçileri için de tarih benzer akacaktır. Grev hakkı, “kamunun Kavel’i” yaratılarak, yasaklı olmasına rağmen grev yapılarak kazanılacaktır.

Ancak elbette ki doruklara tırmanmak zordur, çetindir. Her türlü teçhizatın alınması, tam tekmil olunması şarttır. Yani ne tek bir doktor ne de tek bir sağlık işçisini dışarıda bırakacak lüksümüz var. Doruğa (grev hakkını kazanmaya) belki daha çok var. Ancak geç olsun, güç olmasın.

Sep 17, 202304:59
Armağan Tulun: Biz ara buluculuğun anlamını işçi davalarından iyi biliriz!

Armağan Tulun: Biz ara buluculuğun anlamını işçi davalarından iyi biliriz!

Geçtiğimiz haftalarda Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdeniz Göktaş, “Süresiz nafaka, adil bir durum değil. Açıkça sormak istiyorum. Süresiz bir nafaka sizin için adil mi?” şeklinde sözleriyle nafaka hakkını bir kez daha tartışmaya açan bir çıkış yaptı. Meselenin farklı boyutlarına değinmeden biz de önce açıkça sormak istiyoruz: “Süresiz nafaka diye bir şey var mı?” ya da bazı AKP’liler, AKP’nin yanına alarak meclise soktuğu Yeniden Refah ve Hüda Par gibi partiler nafaka hakkına saldırırken gerekçe olarak ileri sürdükleri “bir gün evli kalıyor, bir ömür nafaka alıyor” iddiası ne kadar doğru? Bir gün evli kalıp da nafaka ödeyen topu topu kaç kişi var? Bu sorunun cevabını dava sonuçlarına, banka kayıtlarına dayanarak devletin Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı verebilir, çünkü şu ana kadar bu konuda açıklanmış bir veri yok. Ama ilk sorunun cevabını biz de verebiliriz: Süresiz nafaka diye bir şey yok.

Bugün tartışmaya açılan nafaka yoksulluk nafakası. Nafaka alan taraf evlendiğinde nafaka kendiliğinden kesilir. Eğer çalışmaya ve bir gelir elde etmeye başlarsa, kendisine kalan miras ya da başka bir sebeple maddi şartları iyileşir yoksulluk durumu ortadan kalkarsa da nafaka kaldırılabilir. Dolayısıyla ortada süresiz nafaka diye bir şey yokken bunu iddia ederek nafaka hakkını gündeme getirmek, nafaka hakkının kendisini tartışmaya açmak anlamına gelir.

Nafaka hakkı üzerinden “mağdur erkekler” edebiyatı yapmak da tümüyle bir çarpıtmadır. Çünkü mevcut yasa ve düzenlemelerde nafaka hakkı, kadın ya da erkek fark etmez eşlerden mağdur olan kimse onu kapsıyor. Ama bugün elbette büyük çoğunlukla nafaka alan taraf kadınlar. İktidarın her fırsatta kadının yeri evidir, asıl işi anneliktir dediği, kadınları üretimin ve toplumun dışına itmeye çalıştığı, kadınlarda işsizlik oranının yüzde 30’lara dayandığı, kadınların işgücüne katılım oranı rekor seviyeye ulaştı denilen rakamın yüzde 30 olduğu bir ortamda başka türlüsü mümkün olabilir mi? Tabii ki olamaz. Böyle bir durumda nafaka hakkını tartışmaya açmak, boşanma sonrasında kadınları yoksulluğa itmek ya da mutsuz, belki de şiddet gördükleri evliliklere razı gelmek demektir.

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı’nın bu çıkışının ardından Adalet Bakanı Yılmaz Tunç da katıldığı bir televizyon programında “Aile hukukunu sil baştan ele alacağız. Aile hukukunda ara buluculuğu getirmek lazım. Boşanma, tazminat, nafaka sorunları ile ilgili ara buluculuk olabilir” dedi. İşçi arkadaşlarım, ama en çok da işçi kadınlar buradaki zehirli sözcüğün “ara buluculuk” olduğunu hemen fark etmiştir. Bugün fabrikada, işyerinde işten çıkartıldığımız durumda önümüze hukuki olarak iki yol koyuluyor. Biri mahkemeye gidip işe iade davası açmak, diğeri de “mahkemelerde sürünmeyeyim, bir an önce bitsin” diye düşünerek ara bulucuya gidip anlaşmaya çalışmak. Ara buluculuk, nafaka, maddi ve manevi tazminat, velayet gibi hakları pazarlık malzemesi haline getirecektir. Hakların pazarlık malzemesi yapılması kabul edilemeyeceği gibi özellikle şiddetin söz konusu olduğu boşanmalarda tarafların bir araya getirilmesini, şiddetin faili ile şiddete uğrayan arasında ara buluculuk yani ortak bir noktada buluşma çabası içine girilmesini düşünmek bile yanlıştır. Örneğin İstanbul Sözleşmesi’nde, kadınları koruma amaçlı olarak bu tür uygulamaları yasaklayan hükümler vardı.

Bugün sakız gibi uzayan işe iade davaları örnekleri karşısında işçilerin karşısına ara buluculuğun bir çözüm gibi çıkarılması ile, nafaka hakkının, boşanmayı zorlaştıran düzenlemelerin tartışılmasıyla aynı anda aile hukukunda ara buluculuk lafının ortaya atılması benzer şeylerdir. Başta çocuk, yaşlı ve hasta bakımı olmak üzere kadınların üretime katılmasının önündeki engeller kaldırılmadan, çalışmak isteyen her kadına iş imkânı sağlanmadan nafakanın, ara buluculuk gibi seçeneklerin tartışmaya açılmasına dahi izin vermemek gerekir.

Sep 17, 202304:33
Sungur Savran: Müslüman’ın da laikliğe ihtiyacı var

Sungur Savran: Müslüman’ın da laikliğe ihtiyacı var

İşçi sınıfı için ne iyi olur ne kötü sorusunu hep sınıf mücadelesini göz önünde tutarak kararlaştırmak lazım. Çünkü bugün içinde yaşadığı düzen işçiyi eziyor, sömürüyor, yoksullaştırıyor, sık sık da işsiz bırakarak bütün bir aileyi açlıkla karşı karşıya bırakıyor. İşçi sınıfına şu ya da bu fikri ya da davranışı önerirken mutlaka sormalıyız: Bu, işçiyi patron karşısında güçlendirir mi yoksa tersine zayıflatır mı? Mesela sendika diyoruz, neden, çünkü işçiyi birleştiriyor ve güçlendiriyor. Mesela “hemşehricilik yapmayalım” diyoruz, neden, çünkü işçiyi bölüyor güçsüzleştiriyor.

İşte Devrimci İşçi Partisi’nin laikliği savunması da en başta bundandır. Laiklik olmazsa, herkes herkesin dinine karışmaya başlar, farklı dinden, farklı mezheplerden işçiler arasına fitne girer, sınıf bölünür, parçalanır. Bundan da patronlar sınıfı yararlanır. İşçi sınıfının mücadele birliğini sağlayan türden laikliğe biz “proleter laikliği” diyoruz.

Kimileri işçi sınıfını bölmeyi kendi çıkarlarına uygun bulduğu için laikliğe dinsizlik der, işçinin gözünde kötülemeye çabalar. Laiklik bütün inançların özgürlüğünü korur.

Şimdi bazıları diyecektir ki “burası Müslüman memleket, bütün inançları gözetmek niye?” Önce hatırlatalım ki Türkiye nüfusunun çoğunluğunun Sünni Müslüman olması herkesin Sünni Müslüman olması demek değil. Herkes biliyor ki Aleviler var, Caferiler var, başka inançlar var. Fabrikada “bu iyi, bu kötü” diye tartışmaya ve ortak hayatımızı çoğunluk dininin kurallarına göre düzenlemeye başlarsak sınıfı bölmenin en etkili yöntemini uygulamaya başlamışız demektir.

Laiklik aynı zamanda bu topraklarda çoğunluğun dini olan Sünni Müslümanların da inançlarını gönlünce, inandığı gibi uygulamasının güvencesidir. Nasıl mı diyeceksiniz? Sünni Müslümanlığın şartlarının ne olduğu, Müslümanların hangi kurallara mutlaka uyması, neyi yapmaktan kaçınması gerektiği konusunda binlerce farklı fikir var. Bu tür farklılıkların olduğu bir dünyada hangi Müslüman bir başka Müslüman’a dönüp “şöyle yaşamalısın, şöyle davranmamalısın” deme hakkına sahip olabilir?

Ama kendinde bu hakkı gören birçok akım ya da insan var. Tartışmalı konuları (mesela tesettürü ya da içkiyi) bir kenara bırakalım, bugünün dünyasında kaçınılmaz olan bir konuya dönelim. Geleneksel İslam’da “tasvir yasağı” denen uygulamayı alalım. İnsan resmi, heykeli, herhangi bir insan imgesi yapılması ve gösterilmesinin, temsil ve tasvir edilen insana tapınma anlamına geleceği düşüncesiyle getirilmiş bir yasak. Çağımızda sinema, televizyon, internet izlemeyen, sokakta reklam panosuna gözü takılmayan, heykel görmeyen insan mı kaldı? Ama bunda ısrar eden gruplar var. Şimdi bunların Müslümanlara sinema, televizyon, video, cep telefonu, her tür görsel yasağı getirmeye kalkıştıklarını hayal edin. Çekilir şey midir?

Ya da başka bir örnek alalım. Afganistan’da Taliban’ın 10 yaşını geçen kız çocuklarına karma ortamlarda değil, sırf kızlardan oluşan eğitimi bile yasaklaması, kadınların bir mağaza bile açmasına karşı baskı uygulaması bu çağda kızlara kadınlara reva görülebilir mi?

Bu tür baskıları yapana “tekfirci” deniyor. Tekfirci, ancak kendisinin inançlarına uygun biçimde yaşayanın Müslümanlığını kabul ediyor. Kendisi gibi yaşamayanı kâfir olarak görüyor. O karşısındaki kişi kendini Müslüman olarak gördüğü halde, tekfirci bunu reddediyor.

Tarih boyunca din adına savaşan hareket çok olmuştur. Bu, başka dinlerde olduğu gibi İslam’da da yaygındır. Tekfircileri ayıran, başka dinlerle savaşa girdikleri kadar, hatta ondan bile fazla Müslüman’ı kâfir ilan etme ve katletme konusundaki gayretleridir. Tekfirci en çok Müslüman ülkede yaşayıp kendisinden farklı olan Müslüman halkının düşmanıdır. Tekfircilik, onlardan olmayan Müslüman için tehlikedir. Bir korkulu rüyadır.

Kapitalist toplumun bencilliğini anlatmak için feylesoflar bir deyim yaratmışlar: İnsan insanın kurdudur. Tekfircilik söz konusu olduğunda Müslüman Müslüman’ın kurdudur. İşte bunun içindir ki Müslüman’a da laiklik su gibi, ekmek gibi gereklidir.

Sep 12, 202304:52
Başyazı: Kavgada yumruk sayılmaz! (Eylül 2023)

Başyazı: Kavgada yumruk sayılmaz! (Eylül 2023)

İktidar ekonomik sıkıntılardan bahsediyor. Doğrudur. İşçi, emekçi, köylü, emekli vergiden, zamdan, geçinememekten sıkıldı ve bunaldı. Ama eksik söylüyor iktidar. Sıkılan bunalan çoğunluğun karşısında, zenginliğine zenginlik katan azınlıktan bahsetmiyor. Onların kim olduğu belli. Son 1,5 yılda 750 milyar lira kâr eden bankalar. İktidarın Merkez Bankası ve Hazine’den kur korumalı mevduat aracılığıyla 600 milyar liraya yakın ödeme yaptığı para babaları. Ülke depremin yıkımını yaşamışken, emekçi halk hayat pahalılığı altında ezilirken yurtdışındaki off-shore hesaplarında halen 500 milyar doları olan patronlar sınıfı. Bitti mi bitmedi… Türk lirası değer kaybettikçe Türkiye’nin işçisini ucuza çalıştırıp kâr eden Amerikan, Alman, İngiliz vb. emperyalist sermayesi… Türkiye Varlık Fonu’ndaki kamu varlıklarına ucuza çökmek için ellerini ovuşturan Körfez’in kralları, şeyhleri, emirleri…

İktidar bunlardan bahsetmiyor. Tam tersine Tayyip Erdoğan hepsini saraylarda ağırlıyor. Sanayi ve ticaret odaları, patron temsilcileri hepsi başının tacı. Batırdığı ülkenin varlıklarını pazarlamak için Körfez’deki zenginlerin ayağına kadar gidiyor. Damadını Amerikan uçak gemisinde selfi çekmeye yolluyor. Ve… bayram değil seyran değil 6 yıl sonra bir İMF heyeti Türkiye’ye “teknik” bir ziyarette bulunuyor. Durum budur ve gayet açıktır. Bu sebeple biz yaşadığımız süreci iktidarın aksine “ekonomik sıkıntılar” olarak tanımlamıyoruz. Bu bir sınıf kavgasıdır. Bu kavgada sermayenin iktidarı sabredin diyorsa, bunun tek bir anlamı vardır. Emekçi halk daha çok yumruk yiyecektir. Erdoğan sabredin diyorsa, öbür yanağınızı çevirin demektedir.

Sınıf kavgasında bizdenmiş gibi görünüp karşı tarafa çalışanları, kavgada ayırma bahanesiyle elimizi kolumuzu bağlamaya çalışanları iyi tanıyalım. Kim mi bunlar? İşte kamu emekçilerini enflasyona ezdiren sözleşme tiyatrosunda figüranlık yapan Memur-Sen! İşte Erdoğan’ın Kemal Derviş’i olan İngiliz Mehmet’in amigoluğunu yapan, Amerika’dan ithal edilen ekonomi kurmaylarını öve öve bitiremeyen CHP’siyle, İyi Partisi’yle düzen muhalefetinin partileri! MESS sözleşmeleri başlıyor. Taslaklar açıklanıyor. Her kim işçinin yanındaymış gibi gözüküp “ama grev yasağı olabilir” diyerek işçinin gözünü korkutuyorsa, yüzde şu kadara bağlanır, bu kadarı kurtarır diye algı operasyonları ile işçinin beklentisini aşağı çekmeye çalışıyorsa onlar! Metal işçisi grev yasağını grevle yırtmıştır. Kamu emekçisi grev hakkını fiili grevlerle kazanmıştır. İşçi sınıfı sabır ve sebat gösterecekse, zorluklara katlanacaksa bunu iş, aş, hürriyet için mücadelede yapacaktır. Onun dışında sabredin, katlanın diyen kim varsa karşı tarafa çalışmaktadır!

Kavgada yumruk sayılmaz. İşçi sınıfının kavgadaki yöntemi bellidir. Sanayiden hizmet sektörüne, tersanelerden kamu emekçilerine kadar sömürüye, ezilmeye karşı gidilecek yol işgaldir, grevdir, direniştir. Her işyerinde her fabrikada her tersanede bu yöntemleri en etkili, en örgütlü kullanan, birlikte hareket edebilen bir nebze olsun sömürü çarklarına çomak sokabilir, bir nebze olsun hak elde edebilir. Ama mesele işyerleriyle sınırlı değil. Büyük bir ekonomik kriz var. Bunun faturasını kimin ödeyeceği sınıfların topyekûn karşı karşıya geldiği alanda, yani siyasette belirlenecek. Kapitalistler için verecek tek kuruşumuz yok! Krizin bedelini kâr rekorları kıran bankalar, milyarlarca dolar serveti olan patronlar ödemeli!

Sınıf siyaseti sandığı beklemez. Yerel seçimlerde de işçi sınıfı kendi bağımsız siyasetini izlemedikçe, hangi partinin müteahhitleri ranttan pay alacak diye sandığa atılacak oylarla hiçbir şey değişmez. İşçi sınıfı, kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz diyerek işyerlerinden başlayan mücadeleyi ulusal düzeye taşımalı. Kamu emekçisi sokağa iniyorsa işçi yardıma koşmalı. MESS’e karşı metal işçisi grev dediğinde tüm emekçi halk bu grevi kendi grevi gibi sahiplenmeli. Yeri geldiğinde işçi sınıfı bir bütün olarak gücünü genel grevle genel direnişle ortaya koymaya hazırlanmalı.

Sep 12, 202304:46
Armağan Tulun: Sendika istatistikleri yayınlandı: Önümüzde iki görev var!

Armağan Tulun: Sendika istatistikleri yayınlandı: Önümüzde iki görev var!

“İşkollarındaki İşçi Sayıları ve Sendikaların Üye Sayılarına İlişkin 2023 Temmuz Ayı İstatistikleri Hakkında Tebliğ” Resmî Gazete'de yayımlandı. Çalışma Bakanlığı verilerine göre, Türkiye’de çalışan işçi sayısı 16,5 milyona dayanmış durumda ancak bunların içinde sendikalı olanların sayısı sadece 2,4 milyon civarında. Ortalama sendikalılık oranında neredeyse hiçbir değişiklik yok. Yani, hâlâ işçilerin %85’i sendikasız çalışıyor. İşçilerin asgari ücret ne olacak diye beklemek yerine gerektiğinde üretimden gelen gücünü ortaya koyarak toplu sözleşme ile ücretini ve çalışma koşullarını belirleyebilmesi için sendikalaşma oranının artması şart. Bunun için fabrika fabrika, işyeri işyeri örgütlenmek gerek. Buna şüphe yok. Ama bir de madayonun öbür yüzü var. Çünkü 2,4 milyon sendikalı örgütlü işçi de az değil.

Düşünün 2,4 milyon işçi gerektiğinde hakları için masaya yumruğunu vuruyor, gerektiğinde dayanışma içine giriyor. Bu kadar işçi bir olduğunda bükemeyeceği bilek olur mu? Evet, daha fazla örgütlenelim ama bir yandan da var olan gücü sendikalaşma sırasında patronların saldırısı olduğunda dayanışma için kullanalım.

Sendikanın kendi gücünü ortaya koymasının ne demek olduğunu günbegün pratikte gösteren olumlu örnek Tek Gıda-İş sendikası. Tek Gıda-İş, son bir yılda üye sayısını 36.570’den 38.596’ya çıkarmış durumda. Tek Gıda-İş de tarihsel olarak Tekel ve Çaykur gibi büyük kamu iktisadi teşebbüslerinde örgütlü olan bir sendika olarak, özelleştirme sonucu kapatılan fabrikalar nedeniyle üye kaybı etkisini en fazla hisseden sendikalardan birisi oldu. Ancak kamudan gelip özelde örgütlenmeyi başardı. Sütaş’ta, Nestle’de, Cargill’de, Banvit’te, Doğanay’da, Bel Karper’de, Adkoturk’te en çetin mücadelelere girişmekten geri durmadı, tıpkı bugün Has Tavuk’ta olduğu gibi. İşçinin gücünü arkasına alarak mücadele etti ama sendikanın gücünü de tüm bu mücadelelerde işçinin arkasına koydu. İşçi aidatlarını grev ve direnişler için harcadı. Ve bu sayede en büyük özelleştirme saldırılarından birisinin muhatabı olmasına rağmen sadece ayakta kalmadı aynı zamanda sendikalaşmanın önündeki tüm engellere rağmen üye sayısını arttırarak güçlü bir sendika olarak mücadeleye devam ediyor. Bu gerçekten işçi hareketi açısından örnek alınması gereken bir durum.

Diğer örnek için de önümüzde bir test süreci olarak MESS sözleşmeleri var. Yaklaşık 200 fabrikada çalışan ve 130 bin işçiyi kapsayan MESS grup toplu sözleşmesi süreci başlıyor. Türk Metal sendikası 268.385 üye ile tüm sendikalar arasında en fazla üyeye sahip ikinci sendika. İstatistikler Resmî Gazete’de yayınlanınca sosyal medyada #EnBüyükTürkMetal diye etiket kampanyası başlattılar. Alın size MESS sözleşmesi süreci, o büyüklüğü bu süreçte işçinin hakkını savunurken gösterin! Türk Metal’in örgütlü olduğu fabrikalarda, sözleşme taslağı hazırlanırken işçilerin beklentisini anlamak için yapılan anketlerde işçiler bir büyüklük değil, beklentiyi düşürme amaçlı çok küçük rakamlar gördü. Anketinizi alın başınıza çalın dercesine ya doldurmadı ya da Türk Metal’in çizdiği sınırları değil, işçilerin beklentisini ve kırmızı çizgilerini kendisi yazıp verdi. On binlerce metal işçisi hak verilmez alınır diyerek şaltere elini uzatsa, sözleşme masasına grevle yumruğunu vursa, işte o zaman ortaya çıkacak büyük gücün karşısında 200 tane patron ne yapabilir? Bunu sağlamak için elbette anketleri doldurmayarak sendikaya tepki göstermek yetmez. İşçinin gücünü patronlara göstermek için sendikaları harekete geçirmek, üretimden gelen gücü kullanmaya zorlamak gerek!

Bu anlamda baştaki konuya yeniden gelecek olursak görev ikili. Bir yandan %15’le yetinmeyerek, örgütsüz %85’in de patronlar karşısında sendikalı ve örgütlü olması için mücadele etmek görevimiz. Diğer yandan hakkımız olanı almak için mevcut %15’in gücünü de, sınıf mücadeleci bir anlayışla, işgalle, grevle, direnişle göstermek gerek.

Aug 08, 202305:04
Levent Dölek: Ekonominin yobazları

Levent Dölek: Ekonominin yobazları

Rasyonel yani akılcı politikalara dönüş yeni ekonomi politikasının sloganı. Demek ki önceki politika akılcı değildi. Ne diyordu faizle ilgili Erdoğan? “Nas var!” Yani ayet ve hadislere dayanan İslam kuralları… “Bir Müslüman olarak naslar neyi gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğim.” Devam ediyor mu? Hayır. Yanına yardımcı olarak aldığı Cevdet Yılmaz, Hazine ve Maliye Bakanı olarak atadığı Mehmet Şimşek, Merkez Bankasının başına getirdiği Hafize Gaye Erkan (Boğaziçi mezunu ve ABD kariyerli yeni yardımcıları ile birlikte) hepsi de “nas” falan dinlemeden “akılcı politikalar” sloganı ile ekonomiyi faiz artışı patikasına soktu. Faizleri giderek hızlanan bir tempoyla yukarı çekecekleri konusunda güvence veriyorlar. Bu politikanın temposunu belirleyecek olan ise yerel seçim takvimi olacak. Krediyi daraltarak ve alım gücünü düşürerek talebi kısmak yoluyla enflasyonla mücadele programı tüm iktidarlara oy kaybettirir. O yüzden Erdoğan yavaştan alın diyor. Onlar da ekonominin boynundaki faiz kemendini yavaş yavaş sıkıyorlar.

Demek ki “nas” söylemi palavraymış. Ama bu herhangi bir palavra değildir. Dini, ayeti, hadisi işin içine katarak bu işi yapmak din istismarcılığıdır. Erdoğan bir Müslüman olarak değil kapitalist bir siyasetçi olarak konuşmaktadır. Temsil ettiği sınıfın ve iktidarının çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yapmıştır. Düşük faiz, genişlemeci para ve maliye politikası, İslami kuralların değil sermayenin dünyevi çıkarlarının bir sonucuydu. En çok kredi ile ayakta durabilen KOBİ’lerin çıkarınaydı. Ama onlarla birlikte ihracat odaklı tekelci sermaye grupları da kazandı. Bu politika sayesinde işçisine pul olmuş Türk lirası ile ödeme yapıp, emeğin ürettiklerini dolar ve avroyla satarak büyük kârlar elde ettiler. Bankalar da Merkez Bankasından düşük faizle aldığı parayı daha yüksek faizli devlet tahviline yatırıp geri devlete satarak milyarları kasalarına koydular.

Sonunda deniz bitti. Sermayenin çıkarları ekonomi politikasının değiştirilmesini gerektiriyor. Peki, şimdi ne var? “Akılcı politikalara dönüş” sloganıyla dinden akla mı dönüyoruz? Hayır, hala dindeyiz! Ama bu din yine Müslümanlık değil! Para dini! Kapitalizm! Bu dinin en gerici mezhebi de neo-liberalizm! Piyasanın, üretim araçlarının özel mülkiyetinin, kârın meşruluğunun, kapitalizmin ezeli ve ebedi olarak insan doğasına en uygun sistem olduğunun sorgulanmasına zinhar müsaade edilmeyen bir din bu! Aksini iddia eden kim olursa tekfir eden bir dindir bu! Örneğin, üstümüze boca edilen liyakat nurlarından olan, ABD Merkez Bankası referanslı Cevdet Akçay bu dinin papazlarından biridir aslında. Vaktiyle televizyona çıkıp Nebati’yi eleştirir, Merkez Bankası politika faizinin piyasa işleyişine tabi olarak belirlenmesini savunur, Taylor Kuralı’nı bir ayetmişçesine vaaz ederdi. Dünyada geçerli bir rezerv para yani “Dolar” basan ABD ekonomisi esas alınarak geliştirilmiş bu kuralı, parası kendi sınırları içinde dahi hükümsüz olan, kronik cari açık veren, dolar bağımlısı bir ülke için tartışılmaz kural gibi koymak nedir? Sınıfsal çıkarlarının dogmalar arkasına gizlenmesidir. Bunun adı dogmacılıktır ve yobazlıktır! Evet, yobazlık sadece dinde olmaz. Ekonominin de yobazlığı olur.

Mesela bu neo-liberal papazlardan Özgür Demirtaş da (zaman zaman cübbeli Ahmet hocaya taş çıkartan performanslar sergileyebiliyor) bir tivit atmış, şöyle diyor: “Üzülerek söylüyorum: Büyük işsizlik geliyor. Son 10 yıldır yapılan ekonomi politikası hataları çok pahalıya patlıyor, patlayacak.” Üzgün falan değilsin, geçelim o timsah gözyaşlarını. İstikrar programının işsizlik getireceğini bile bile bunu savundun durdun. Şimdi uygulama başlıyor. Gayet kötü niyetli biçimde suçu 10 yıllık yanlış politikalara atıyor. Yani yarın “ey işçiler! Patronunuz toplu işçi çıkartma kararı aldığında ona kızmayın onun bir suçu yok” diyecek… “Kusura bakma enflasyonla mücadelenin tek yolu bu! Ekonomi bilimi bunu emrediyor!” diyecek… Geçen dönemde bilimin gereği yapılmadığı için bu faturayı ödeyeceksiniz.”

Aug 08, 202306:23
Sungur Savran: CHP'nin geleceği (var mı?)

Sungur Savran: CHP'nin geleceği (var mı?)

Seçimlerden bu yana sadece iki ay geçti. Ama bu iki ay toplumun geniş kesimlerinde, özellikle istibdada karşı olan, toplumsal değişimden yana ve emekçilerin ve ezilenlerin yanında olmaya çalışan kesimlerinde bir büyük uyanışa tanık oldu. Seçimde, AKP’nin ekonomiyi son hız felakete doğru sürüklemesinin yanı sıra özgürlükleri bütünüyle ayaklar altına almasına karşı Kemal Kılıçdaroğlu’nun kurduğu ittifaka bütün gönlüyle destek veren milyonlar, şimdi bu ittifakın, onun mimarı Kılıçdaroğlu’nun ve arkasındaki parti CHP’nin, her üçünün birden kendileri için ne kadar büyük bir yanılsama, bir hayal olduğunu hızla kavrıyorlar.

İttifakın sırları hızla döküldü. Kılıçdaroğlu sayesinde 400’ü aşkın gericinin toplandığı bir Meclis, şimdiden AKP’yle işbirliği yapacağının işaretini veren müttefikler ve toptan çöken bir ortaklık, halka ne kadar zavallı bir proje ile karşı karşıya olduğunu erkenden anlattı.

Kılıçdaroğlu’nun bütün “demokrat dede”liği ise ışık hızıyla kayboldu. Partiyi derhal hallaç pamuğu gibi kendi çıkarlarına göre düzenlemeye girişti, “değişim” isteyenlere tehditler yağdırdı, kongreye gidilirken, yani il kongreleri çok yakında yapılacakken işine gelmeyen bir dizi il yönetimini değiştirdi. Şimdi de “yollarımızı ayırırız” diye gözdağı veriyor muhalefete. Kendi ekibinden insanların bile İmamoğlu’nun yanında yer almaya hazır olduğu ortaya çıktı, son Parti Meclisi’nde çoğunluk muhalefetle oy kullandı ama tehdit ediyor. Yani “parti bölünürse bölünsün, benden sonra tufan” diyor.

Öyle görünüyor ki partinin önünde üç ihtimal var. İlki CHP’nin daha küçük partilere ayrışarak orta vadede sahneden silinmesidir. Cumhuriyet kuruculuğuyla övünen bu partinin cumhuriyetin 100. yıldönümünde ufalanmaya başlaması tarihin ilginç bir cilvesi olur.

İkinci ihtimalin alametleri şimdiden belirdi. İmamoğlu rakibinin bütün direnicine rağmen kongrede başkanlığa getirilir. Parti bir yeni umut pırıltısı sayesinde gelecek seçime kadar yaşar. İmamoğlu’nun en ufak bir programı yok. Olanı, Erdoğan’ın “eser bırakmak” ideolojisiyle sınırlı. Bunun dışında İmamoğlu’nun sağcı bir politikacı olduğu tartışma götürmez. Ama bu önemsiz. Zira CHP uzun yıllardır sağcı bir parti olmuştur. CHP’nin “solculuğu” 1960’lı yıllarda yükselen işçi sınıfı hareketini massetmek, onun dönemin canlı sosyalist hareketiyle bütünleşmesini önlemek için geliştirilmiş bir stratejik yönelişti. 12 Eylül işçi hareketini durdurdu, solu yenilgiye uğrattı. “Solcu” bir CHP’ye ihtiyaç kalmadı. Bir miktar yalpalamadan sonra CHP merkez sağdaki boşluğu da doldurmak amacıyla kendine yakışanı yaptı, solu tamamıyla terk etti. İmamoğlu bu yeni kisveye uygundur.

Tabii bir de üçüncü bir ihtimal var. Şayet İmamoğlu’nun yükselişi önlenebilirse, Kılıçdaroğlu Ümit Özdağ ile anlaşmaya dayalı stratejiyi izleyerek Türkiye’nin Marine Le Pen’i ya da Giorgia Meloni’si olabilir. Yakışır. Hatta neden olmasın? Kılıçdaroğlu, İmamoğlu’na karşı kurultayı kazanamayacağını görürse, belki de Ümit Özdağ’ı partiye çağırıp onu başkan adayı olarak sunar. Böylece CHP cumhuriyetin ikinci yüzyılına Kılıçdaroğlu’nun zaman zaman övünerek vurguladığı “CHP’nin ülkücüleri”ne teslim olmuş bir parti miras bırakmış olur!

CHP’nin bu sefil durumu bize AKP istibdadının Türkiye’yi tam anlamıyla bir uçuruma sürüklemekte olduğunu unutturmamalı. İşçi sınıfını ve emekçileri perişan eden program ve NATO hizmetkârlığı koyu bir istibdad ile birleşiyor. Ülkeyi bu katlanılamaz durumdan CHP’nin buharlaştığı bir dönemde işçi emekçi sınıfların ve ezilenlerin kalbini kazanacak bir proleter partisinin kurtarması için elimizden geleni ardımıza koymayacağız.

Aug 06, 202306:41
Başyazı: Ellerin kırılmasın! O eller mücadele için lazım! (Ağustos 2023)

Başyazı: Ellerin kırılmasın! O eller mücadele için lazım! (Ağustos 2023)

Seçimlerden sonra Erdoğan sermayenin yeni saldırı hükümetini kurdu. Emperyalizmin sipariş listesindeki kalemler bir bir yerine getirilmeye başlandı. Krizin yükünü ve istibdadın seçim kampanyasının faturasını emekçi halka yüklemek için vergi ve zamlar peş peşe yağdırıldı. Körfezin para babalarının kapısında dolar dileniyorlar. Milletin onurunu ayaklar altına alıyorlar. Limanlardan fabrikalara, devlet bankalarından kamu arazilerine Varlık Fonu’nda toplanıp haraç mezat satışa çıkarıldı.

Oligarklar sırtını devlete dayayıp termik santrallere ve madenlere çöktükleri yetmezmiş gibi ormanlarımızı katlediyor. Akbelen’de yaşananlar kapısında dolar dilendikleri dünyanın tüm yağmacılarına mesajdır. İstibdad rejimi garantiniz biziz diyor. Ne Anayasa ne yasa tanırız, halkı da ezeriz, ülkenin varlıklarını istediğiniz gibi talan edebilirsiniz, milletin emeğini en ucuza sömürebilirsiniz diyorlar.

Erdoğan ve Cumhur İttifakı halktan oy isterken ne de çok vatan millet Sakarya edebiyatı yapmıştı. Artık yeter, uyanmanın zamanı!

Fabrikalarda, işyerlerinde, emekçi mahallelerinde en çok kurulan cümle şu: “Ellerim kırılsın bir daha oy verirsem!” En çok Erdoğan’a oy verenler pişman. Ama muhalefetin hali de farklı değil. Herkes koltuk derdine düşmüş. Kirli ilişkiler, gizli protokoller ortaya saçılmış. İktidardan kurtulmak için oy verdikleri muhalefet sermayenin çıkarları uğruna Mehmet Şimşek’e yardımcı olmaktan bahsediyor. Merkez Bankasının başına piyasanın istediği türden insanların getirilmesini övüyor. Pişman olan çok. Ama pişmanlık fayda etmiyor. Uyanmak ve mücadele etmek gerekiyor.

Çünkü vergi ve zam yağmuru sadece bir başlangıç. Kıdem tazminatına, emeklilik haklarına, sendikal haklara, işçinin elinde kalan son kırıntılara da saldırmaya hazırlanıyorlar. İşçi emekçi kardeşim! Kime oy vermiş olursan ol… Ellerin kırılmasın! Bir daha oy verme düzen partilerine. Umut bağlama sermayenin ve emperyalizmin uşaklarına. Ama o eller kırılmasın! O eller lazım. Yumruk olup havaya kaldırmak için, birlik olup şaltere uzanmak için, işimizi, aşımızı, haklarımızı savunmak için lazım.

Önümüzde mücadele dolu bir dönem var. Metal işçisinin MESS’i ezmesi için, kamu emekçisinin grevli toplu sözleşme hakkını kazanması için, emeklinin geçinebilmesi için, emeklilikte yaştan sonra prim engelinin de aşılması için o eller lazım. Ormanlarımızı kurtarmak için, memlekete vurulmuş emperyalist zincirleri kırmak için, siyasete işçi sınıfının damgasını vurmak için ayrı gayrı demeden el ele vermemiz lazım!

Aug 06, 202303:02
CHP değişmeyecek! Solun CHP kuyrukçusu politikası değişmeli!

CHP değişmeyecek! Solun CHP kuyrukçusu politikası değişmeli!

14-28 Mayıs seçim yenilgisinden sonra CHP’de yoğun bir değişim tartışması başladı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Kılıçdaroğlu’nun karşısındaki en önemli aday olarak öne çıkıyor. CHP’nin meclis grubu başkan vekili Özgür Özel başkanlık için adı geçen isimlerden. Bülent Tezkan gibi Kılıçdaroğlu’na çok yakın bilinen isimler dahi değişim gereğinden bahsediyor. CHP’den Erzincan milletvekili olan Mustafa Sarıgül bile partisinin de CHP’ye katılma kararı almasıyla denkleme dahil oldu. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ise parti delegelerine olan hakimiyetine güvenerek koltuğu bırakmaya niyetli olmadığını göstermiş durumda.

Jul 09, 202304:21
Levent Dölek: Wagner isyanı ile 1917’nin ne ilgisi var?

Levent Dölek: Wagner isyanı ile 1917’nin ne ilgisi var?

Bir paralı asker şirketi olan Wagner ve lideri/patronu Prigozhin’in silahlı isyanı sadece Rusya’yı değil bütün dünyayı sarsan bir gelişme oldu. Halen karanlıkta olan bir dizi yönü zaman içinde belki aydınlanacaktır. Belki de 15 Temmuz gibi uzun süre sır perdesi aralanmadan kalacaktır. Ancak Putin’in Wagner isyanını 1917’ye gönderme yaparak kötülemesinin üzerinde durmak gerekir. Esasen Wagner bir paralı asker şirketinin isyanıdır. Prigozhin ne derse desin isyanın motivasyonunda şirketin maddi çıkarları önemli bir faktördür. 1917’de ayaklananlar ise silah altındaki işçiler ve köylülerdir. Motivasyonları sınıfsaldır. Çarlık ordusunun askeri disiplinini orta yerinden kıran asker komitelerinin kurulmasında ve cephede devrimci bir ruh durumunun oluşmasında işçilerin ekmek, köylülerin toprak talebi etkilidir. 1917’nin devrimci askerleri emperyalist bir yağma savaşında barışı savunmaktadır. Wagner’in paralı askerleri ise Rusya’nın NATO’ya ve Nazi taşeronlarına karşı haklı savaşında cephede ölümcül bir zaaf yaratmak pahasına darbeye kalkışmıştır.

Jul 09, 202306:47
Sungur Savran: Sınıf savaşı için yığınak dönemi

Sungur Savran: Sınıf savaşı için yığınak dönemi

Daha seçimler sona ereli bir ay oldu. Sadece bir ayda Kılıçdaroğlu’nun stratejisinin ne kadar çürük olduğu çıplak biçimde ortaya çıktı. Daha da önemlisi, sosyalist hareketin “bir oy Kılıçdaroğlu’na” tutumunun ne kadar yanlış olduğu da rahatlıkla görülür bir gerçek haline geldi.

Seçimin tek sonucu Erdoğan’ın anayasanın açık hükmüne rağmen üçüncü kez cumhurbaşkanı seçilmiş olmasına kuzu kuzu rıza gösterilmiş olması değil. Bir diğer önemli sonuç, Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’a her türlü manipülasyona açık, gerici birtakım anayasa değişikliklerini onaylayabilecek bir meclis hediye etmiş olması. Dört hayalet partiye verilen 39 milletvekilliği sayesinde anayasa değişiklikleri halka gitmeden dahi yapılabilecek. Nitekim Erdoğan “Cumhuriyetimizin 100. yıldönümünde” yeni bir anayasadan söz etmeye başladı bile.

Nasıl oldu bu? Kılıçdaroğlu Millet İttifakı içinde yılanlar besledi. Sabık Erbakancı ve Erdoğancıların yanı sıra sabık Türkeşçilerin de kendi amaçlarına yarayacağı hayalini kurdu. Şimdi seçimden beri olan biteni hep birlikte hatırlayalım.

Jul 09, 202304:38